Gerçeği bulmada en büyük cihazlarımızdan birisi, akıldır.
Akıl, anlama, ölçme, değerlendirme âletidir. Hakikat asla onsuz anlaşılamaz. Ne var ki, gerçeğe ulaşmanın yegâne ölçüsü, tek vasıtası da o değildir.
Gözün görme sınırı olduğu gibi, aklın da bir hududu vardır. Gerçekler ise sınırsızdır. Derya bardağa sığdırılamaz, ancak bardakla bir kıyas yapıp büyüklüğü hakkında kanaat elde edilebilir. Sonsuz bir umman olan müşahede (fizik) ve gayb (metafizik) âleminin hakikatlerini elbette küçücük aklımız kendi başına kavrayamaz, ölçüp biçemez, tartamaz. Şu halde ezelden ebede her şeyi kuşatan vahiy ve vahyin mahsulü Kur’ân gibi “her şeyi gören” görüş ufku lâzım ki her şeyi ihata etsin... Dolayısıyla kâmil mânâda hakikate ancak İlâhî vahiyle ulaşmak mümkün.
Hepimiz yaşayarak ve vicdanen biliyoruz ki, akıl ne kadar üstün olursa olsun, kendinden büyük bir projektör yol göstermediği takdirde hakikati bütün yönleriyle kavraması imkânsız. Fevkalâde akıllı, zeki bir ilim adamının yabancı bir ülke veya müzeyi ziyaret ettiğini düşününüz. Mutlaka bir rehbere ihtiyaç duymayacak mı?
Şu fıkra, konumuzu oldukça aydınlatır:
Şehre gelen papazın biri, Müslüman bir çocuğa kilisenin yolunu sorar:
“Yavrum, ben yabancıyım, kilise nerede, yolunu gösterir misin?”
“Peki amca...” der ve onu kiliseye götürür.
Yaklaşınca: “Yavrum, seni çok sevdim! Şu parayı ve şekerleri al; yarın kiliseye gelirsen sana Cennetin yolunu gösteririm.”
Çocuk şöyle der:
“Peki, ama sen kilisenin yolunu bile bilmiyorsun; Cennetin yolunu nasıl göstereceksin!”