Tekrar vurgulayalım: “İnanıyorum, kabul ediyorum” demek yetmez. Sözün, mutlaka imanî boyutları olmalıdır.
Müslüman, iman ve İslâmın şartlarını delillere/belgelere dayanarak anlamalı, kabul etmeli, özümsemeli, benimsemelidir.
İdrak, anlama, ispat ve izah kabiliyeti, aynı zamanda iman derecesini gösterir. Acaba bizi ve kâinatı hiç yoktan yaratan Hâlıkımız Kur’ân’ın, Rasulüllah’ın, tanımladığı şekilde bütün isim ve sıfatlarıyla mı tanıyoruz; yoksa bölük-börçük mü? Diğer iman esaslarını özümseyip benimseyebildik mi? Şüphesiz tanımaktan tanımaya, inanmaktan inanmaya, bilmekten bilmeye fark vardır. İlkokul talebesi de matematikteki dört işlemi bilir, lise, üniversite talebesi de bilir. Matematik uzmanı da matematiğe inanır ve bilir. Ancak, birisinin önüne bir problem çıktığında bocalarken; diğeri rahatlıkla onları halletmez mi?
Mum, el feneri, lüküs, ampül de ısı ve ışık vermekte; güneş de enerji saçmaktadır. Muma püf dediğimizde söner. Ama, ampülü söndüremeyiz. Güneşi ise dünyanın en büyük fırtına ve kasırgaları asla yerinden kıpırdatamaz, söndüremez! İman, sadece dilimizle söylediğimiz bir söz değil, tahayyül, tasavvur, taakkul, izan, iltizam gibi yollardan geçerek kalbimize inen ve ruhumuza işleyen bir hakikattir. İslâmın öngördüğü imân; her şeyin esası, itici gücü ve bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Dolayısıyla imân esasları mutlaka akıl, kalb ve sair duygularla benimsenmeli, özümsenmeli, meleke haline getirilmelidir. Ferd, aile ve toplum hayatında etkilerini ancak o zaman gösterirler. Şofbenin suyu ısıtabilmesi, ampulün yanabilmesi, bozdolabı ve sair elektrikli ev âletlerinin çalışabilmesi için suyun tazyikli, elektrik voltajının yüksek olması gerekir. İbâdet, muâmelât ve ahlâk; cihaz ve elektrikli âletleri gibidir. İmân; onları çalıştıran enerji ve güç kaynağıdır.