Haçlı seferleri ile her tarafı yakıp-yıkanların, hattâ kendi dindaşlarını, farklı mezheptekileri bile kesip doğrayanların; kendilerini barışçı, İslâm’ı “şiddet ve kılıç dini” ilân etmesi, feleğin ters dönmesinden başka ne olabilir?
Bugün, bu anlayış, büyük çapta törpülenmekle beraber; kendilerini hümanist, Müslümanları “terörist, şiddet yanlısı, köktendinci, siyasal İslâmcı diye göstermeye çalışan II. Avrupa zihniyetiyle devam ettirilmektedir.
İslâmın kılıç ve şiddetle yayılmadığının en büyük göstergelerinden birisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) hiçbir yardımcısı, hiçbir maddî güç, kuvvet, silâh, asker, para, mal-mülkü bulunmamasına karşılık, yalnız başına dâvâsını anlatması ve bütün dünyaya kabul ettirmesidir! Hattâ kabilesi ve en yakın akrabaları da ona karşı idi. İslâma dâvet ettiği insanların, İslâmiyeti kabul etmemeleri için her türlü “şiddet” ve işkence uygulanmıştı. Buna rağmen, yine onu terk etmediler. Üstelik her zaman olduğu gibi, şiddeti, savaşı başlatan, kılıca sarılan müşrikler olmuştu. Bedir, Uhud, Hendek, Beni Mustalık, Hayber, Mûte, Huneyn, Taif, Tebük olmak üzere, savaşların pek çoğu müdafaa harpleridir. (Usulu’d-Dâvâ, Müessesetü Risâle, Beyrut, 1990, s. 272.) Karıştırılan, yanlış anlaşılan veya anlatılan meselerden birisi de “İslâm’da cihad”dır. Hiç şüphesiz ki, “cihad” sadece “kuru bir toprak” fethi değil; aynı zamanda, İslâmlaştırma faaliyetidir de. Bütün insanlar, ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın muhataplarıdır. Allah’ın mesajını dünyanın en ücra köşesineki kullara ulaştırmak ise mü’minlerin görevidir. Zaten cihadın bir târifi de, hakkı üstün ve hâkim kılmak için gayret safretmektir. Eğer, iddia edildiği gibi, yalnızca, toprak elde etmeye dayalı, “şiddet-kılıç, askerî ve siyâsî” bir hareket olsaydı; çok kısa zamanda bu kadar geniş topraklar fethedilemez; geniş kitleler İslâmlaştırılamaz; elde edilen topraklar ve toplumlar İslâm prensipleri ve himayesi altında idâre edilemezdi. Nitekim A. Gullaui bu gerçeği, “Eğer halk fetihlere karşı tepki gösterseydi, bu zaferlerin hiçbirisi gerçekleşmezdi... 640 yılında 10 bin kişiden da az bir kuvvet, bütün Aşağı Mısır’ın çok kısa süre içinde fethedilmesine yetti”, (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 427.) ifâdeleriyle, Watt da, “Hiç kimsenin Müslüman olması için zorlanmadı; şiddet ve şehvetin de, Ortaçağ Avrupa’sında mevcutu” sözleriyle te’yid etmektedir.
Aslında Haçlılar, saldırırken, kuvvetli iken ve Müslümanları katlederken de şaşırtıcı bir şekilde, saf değiştirip İslâmiyeti kabul ediyordu. Thomas Arnold, “Sadece halk değil, bilâkis bâzı liderler, komutanlar, Hıristiyanlar; galibiyet elde edecekleri saatlerde bile Müslümanlara katılmışlardır” (Arnold, ed-Dâ’vetü ile’l-İslâm, s. 71.) diyerek getirerek Hıristiyan tarihçilerden ve doğru söyleyen tarihten pek çok nakiller verir:
*İslâmiyet en çok sulh ve barış dönemlerinde yayılmıştır.
*İslâm, hiçbir zaman, din ve inançlarda zorlama yapmamıştır. Milâdi 9. asırda Şam ve aşağı Mısır halkının çoğunluğu, İslâmın bu bölgelere girişinden beri iki asır geçmesine rağmen hâlâ Hıristiyandı. (Kirk, A Short History of the Midldle East, 39.)
II. Haçlı Seferini oluşturan vâiz Aziz Bernard,’ın, bir kısım haçlıların İslâmiyeti kabul ile ihtidâ ettiğini haber alınca, uğradığı hayâl kırıklığı pek acı olmuştu. Bu ihtidaları vaaz ve nasihatlerden ziyade para sayesinde sed çekebilmişti. (Ahmed Rıza, s. 88.)