Zaman değişikçe, ilimler geliştikçe, insanlığın ihtiyacı arttıkça, ondan yeni yeni ilimler, hakikatler keşfedilmektedir. Zira Kur’ân, bazen ibrikte, hatta bir damlada deryayı gösterir.
Nasıl ki, “kevnî/fıtri” bir ayeti, bir kudret mucîzesi olan hücrenin, ondan da küçük parça atomun içine girildikçe, pek çok mânâlar açılmıştır. Atomun inceliğine daldıkça, derinliğine ulaştıkça mânâ içinde mânâ ortaya çıkıyor. Teşrii veya kelamî mucîze olan Kur’ân ayetleri de böyledir. Okudukça, tefekkür ettikçe, düşündükçe, ilim ilerledikçe, derinliğine daldıkça mânâ içinde mânâ, sır içinde sır ortaya çıkar. Tıpkı denizlerin derinliklerindeki inci-mercan ve yakutlar gibi...
Edebiyatta bir kelimeyi iki-üç mânâda kullanmaya “tevriye” denir. Mesela “Sordum nigârı, dediler ‘ahbab/Semt-i vefâda doğru yoldadır” beytinde, Vefa semtindeki Doğru Yol Caddesi ve sevgilinin de “iffetli yönünde istikamette” olduğu kastedilir. “Dedim geçtim Vefa’dan” sözüyle de Vefa semtinden gezilerek gidildiği ve Vefa isimli arkadaşa da sitem edildiği anlatılır... “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” cümlesiyle şair, hem “Hayali” mahlasının hem de cihana eş değer olduğunu aynı zamanda anlatmak istemektedir.
Lügatlere bakıldığında pek çok kelimenin bir değil, birkaç anlama geldiği görülür. Türk dili ve edebiyatı uzmanı Prof. Dr. Nihad Sami Banarlı, “gönül ve düşmek” gibi Türkçe kelimelerin dahi, 150’yi aşkın mânâda kullanıldığını yazdı “Türkçe’nin Sırları” isimli eserinde. Elbette beşerî kelimeler, bu kadar zengin mânâları ihtiva ederse, fasih, beliğ ve nahvî bir dil olan Arapça’da, İlahî kelimelerin yüzlerce mânâyı barındırdığına hiç şüphe edilmez.