Kitapta yazarının, bir sarayda mimarının, bir mobilyada mobilya ustasının tecellisi vardır. Onlar, san’atkârlarının eserleridir.
Onların içinde ve üstündeki nakışlar, mimar ve san’atkârdan kaynaklanmaktadır. Yâni, onların san’atı, ev ve mobilyada yansımaktadır. Ama, san’atkârın kendisi olamaz! Ve san’at, san’atkârın bir parçası değildir! Kendi parçalarını oraya yapıştırmamışlardır...
Allah, Vacib-ül Vücud’dur. Yani, varlığı, bir başkasının varlığına bağlı değildir. Öyle olsa, zaten Yaratan olmazdı, yaratılan olurdu. Dolayısıyla Allah Yaratıcı, “kâinat” da Allah’ın bir san’atıdır, San’i olamaz, bir kanundur, kanun koyucu olmaz! Mevcudat ise vardır ve “mümkin”dir. Yâni, olmasıyla olmaması eşittir. Var olduğuna göre, varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlıdır.
Onun tecellisi de, elbette yarattıklarının tecellisine hiç benzemez. Ancak, tecellisini görüyoruz, anlıyoruz, öğreniyoruz, ama mahiyetini anlayamıyoruz. Tıpkı, bir fidanın, bir çiçeğin büyüdüğünü gördüğümüz, fakat mahiyetini anlayamadığımız ve idrâk edemediğimiz: aklımızın varlığını anladığımız, fakat mahiyetini anlayamadığımız gibi...
İşte tasavvuf mesleğinde seviye kazananlar, “Lâ mevcûde İllâ Hû” derken; sonsuz güce ve nihayetsiz isim ve sıfatlara sahip olan Cenâb-ı Hak’kın, hikmet, kudret ve azameti karşısında, bu tecelli ve sıfatların ehemmiyeti yoktur” demek istemişlerdir.