Önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım.
Vahdetin sözlük anlamı, birlik’tir. Zıt anlamı “kesret”, yâni çokluktur. Meselâ, beş farklı harf bir kesrettir, ama bunlar tevhit edilerek bir kelime halini alırlarsa vahdete erilmiş olunur.
Vahdet-i vücut meşrebindeki bir velî, “istiğrak” dediğimiz mânevî sarhoşluk hâline girdiğinde varlığı sadece vacip varlığa hasreder, mümkinin varlığını inkâr eder. “Lâ mevcude illâ hu” yâni “Ondan başka varlık yoktur.” der. Bu söz cezbe hâlinde, mânevî sarhoşluk hâlinde söylenir. Herkes, asıl manasını kavrayamaz.
Ne yazık ki, bundan da etkilenerek, felsefenin etkisinde kalan ve iman zaafı içinde olanlar kâinatı Yaratıcının-haşa!-bir parçası gibi düşünüyor. Bazı mutasavvıflar da, Allah’ın varlığı ve birliğini öyle değerlendirmişler ki, “Varlık yok, yalnız O var!” diyerek kâinatı hiçe atmışlar. Yanlış anlamalara yol açabilen ve düşük bir mertebe olan bu Vahdet-i Vücûd anlayışı, Anadolu’da da kısmen taraftar bulan Melâmîlik, Bektaşîlik, Hurûfilik gibi müfrit “vücudiyetçi” cereyanların doğmasına sebep oldu...
Diğer taraftan, her şeyi inkâr eden sofistler de bu meslekten kuvvet bulabilir. Çünkü, onlar da, “Hepimiz ve herşey hayalden ibarettir, hiçbirimiz gerçek değiliz” iddiasındalar. (Aslında varlığı kabul edip Yaratanını kabul etmemek alken-mantıken, ilmen ve vicdanen mümkün olmadığından, bu yolu tercih ederek, değer inkârcı felsefecilerden daha akıllı davrandılar!)
Esasında Muhyiddin-i Arabi (ra), “Bizden olmayan eserlerimizi okumasın” diyerek bu hassas noktaya da dikkatleri çekmişti. Bu ifadeleriyle ne demek istemişti?
Bizim bilgi, düşünce, anlayış seviyemize gelmeyen bizim eserlerimizi okumasın, okursa kafası karışır! Bu, “İlkokulda okuyan bir öğrenci felsefe kitaplarını, edebiyat fakültesinde okuyan bir talebenin, tıp ders kitaplarını okumasın!” demektir.