Dün, kâğıt üstünde alındı eğitim kararları.
Nerdeyse bir asır geçti; tutmadı ki dünyada geri ülkeler içindeyiz.
[Ben demiyorum; araştırma neticeleri...]
İlerlemekte olan ülkeler içinde okuma anlamada, fende, matematikte sonlardayız.
İşin politik, siyasî gibi yanı yöresi de kalmadı gayrı.
Kayıp içinde kayıplarımızın listesi bile yok!
[Olsa ne çıkar gerçi; yerimiz yurdumuz ortada...]
Dile kolay... On iki yıl mecburî eğitim... Neden bu on iki yıl; bilen yok, soran yok! Herkes bu işten dertli... Derman da aranmıyor! Dibe vuran veya tavan yapan bir başarısızlık...
Bugün de kâğıt üzerinde eğitime şekil verilmeye çalışılıyor; tutmaz, tutamaz, tutmayacak!
Meslek liseleri var da ünlü bir aşçımız, mimarımız, fotoğrafçımız mı var?!...
Fâtiha’yı yorumlayacak kaç ilahiyatçı var?!...
Düz liselerin de yolu eğri...
Olan biten ortada... Gelir gider seviyemiz, kitap satışları, öğretmenlerin hâl-i pürmelâli... herkesin malûmu değilse bundan böyle olsun ki öğretmen karın tokluğuna çalışıyor.
Kimlerle alınıyor bu eğitim kararları?!... Kaç öğrenciyi bir yerlere hazırlamış bu kararcılar?!... Bir şiiri enine boyuna yorumlayabilirler mi?!...
İki, üç kişi aynı sırada, kalabalık sınıflarda eğitim mi olur!
Sekiz senede kendini iki yüz, iki yüz elli kelimeyle anlatamayan öğrenci mi olur!
Karar üstüne kararlar alın!
Yazılımı “kapan” Güney Kore oluyor; siz veya biz “nere” oluyoruz?!...
Doğru oturup doğru konuşalım. Eğitimi en gerilerde bir ülke; ne konuşur, niye konuşur?!...
Osmanlıca üzerine bir fırtına esince bu yukardakileri düşündüm.
Şunda anlaşalım önce: Ne yapmak istiyoruz? Tarihimizi bilelim, diyorsunuz. Bilmeyelim, diyen çıkmaz her halde! Aklı başında, kalbi yerinde biri güzellik adına, fayda adına ne varsa tasdik makamında olur ancak!
Fakat insan endişeleniyor.
Niye?
“İş olsun” diye bir “iş” olursa diye... Bir dersin konması yetmiyor; onu sevdirerek anlatacak adamlarınız var mı?!... Edebiyat diye hayatın, canımızın ta içindeki dersten gençlerimizin soğuduğunu bilmeyen mi var!
Okullarımızda Arapça, İngilizce var mı; var.
Konuşan, yazan var mı?!...
Nerdeyse yok, bile diyemiyorum; yok!
Yabancı dili veremediği için üniversite yürüyüşü yarım kalan binlercemiz buna örnek değilse ne!
On iki yıl ne oldu?
Meşhur dört, artı dört, artı dört hikâyesi ne oldu?
Kadük, yarım, ölü doğum, gülünç... -ne derseniz deyin-
Lütfen!
Eğer bir şeyler yapmak istiyorsanız işe önce Türkçeden başlayın!
Okullarda Türkçenin bütün tonları solmuş; yok olmuş hattâ!
Hâlâ zille girip çıkan şartlanmalardan bile kurtulamadık.
Saat var, telefon var, herkesin elinde zaman, bilgi makineleri var.
Nasıl oluyor da hiçbir şey değişmiyor, desem çok mu ileri gitmiş olurum?!...
Bu kadar zeki beyinleri uyuşuk yapmak için ille de okula mı yazdırmak gerekiyor! Çözümsüzlüğü çözüm olarak görüyorsanız; ona bir şey demem!
Benim gördüğüm: “Boş durma; boşa çalış!” gibi...
Üniversiteyi bitirdi diye birini, herhangi bir tecrübesi olmadan sınıfa yollamanın adı sanı ne ola ki?!...
Taş işçiliğinden daha mı az tecrübe istiyor bu iş! TIR şoförlüğü için beş yıl istendiği kulağıma değdiydi. Yapmayın etmeyin; en ciddiye alınacak bir işi harman savurur gibi rüzgârın önüne katıyoruz. Harman savurmanın şiire benzer havası var da... burda savrulmak, dağılmak, kaybolmak var. Var ki bunları içimiz acıyarak yazıyoruz.
Ben derdimi yine yenileyeyim:
Ülkemizin birinci açmazı, çıkmazı nedir, diye soracak olursanız; Türkçesizliğimiz, derim.
Ha, unutayazıyordum:
Okullarımızda Türkçe dersi var da ne oluyor ki... Türkçe mi konuşuyoruz; eciş bücüş bir şeyler gevelemekten başka! Hangi dersleri getirir götürürsünüz; bilemem de... dilimizi öğretemediğimiz okullarda öteki dersleri nasıl öğreteceğiz? Öğretemiyoruz zaten!
Türkçe bizim yabancı dilimiz!
İsterseniz Türkçe derslerini müfredattan çıkartalım; âkıbeti İngilizce’ye döndü de... Şaka gibi değil mi! Halbuki o kadar gerçek ki... Bugünden yarına da çaresi yok gibi... Türkçe biraz daha garip kalmaya devam edecek; Aşık Paşa gibi, Yunus Emre gibi, Yahya Kemal gibi, Said Nursî gibi Türkçe sevdalıları tanınana kadar. Zaten bu isimlere aşina olsak bülbüller bizi dinlemeye gelecek.