Gün içinde yaşadığımız zorlukların, şahit olduğumuz olumsuzlukların ardından Beytullah’ın karşısında şöyle bir durarak ya da oturarak o muhteşem mâbedi; ilkini, Allah’ın Âdem Aleyhisselâm’a inşa ettirdiği o beyti bütün lâtifelerimize massederek, âdeta hücrelerimize emdirerek seyretmek her türlü dünyevî ayrıntının üzerine bir sünger çekiyor; siliyor, atıyor.
Allah’ın Beytiyle karşı karşıya olmanın verdiği güven, onun arkasındakı elin Allah’ın eli olduğuna iman, insanın bütün duygularını doyuruyor; buralara olan susuzluğu bir nebze de olsa gideriyor.
Burada renkler ton ton, ırklar çeşit çeşit. Bununla birlikte bir olan, fark bulunmayan şey iman edilen Mâbudun bir, maksadın aynı oluşu.
Sizi itseler de kaksalar da, sere serpe yatsalar da; size bazen şehla şehla baksalar da inanıyorsunuz ki, bunların hepsi Allah’ın rızasına ulaşma gayretiyle, oralara sığmanın, sığınmanın telâşıyla olup geçen hâllerdir.
Hucurât Suresinin 10. Âyetinde Rabbimiz, “İnnemel mü’minûne ihvetun” (Mü’minler ancak kardeştirler) buyuruyor. Mademki kardeşiz; o zaman kusura bakılmaz. Mübalâğasız söylüyorum; burada, bu mekânda her şey güzel. Allah için olan her şey hoş. Buradaki telâş, buradaki izdiham ibadet maksadıyla olduğundan; insanlar bunun gayreti içinde bulunduğundan, bir cihette, bu davranışları dahi ibadet sayılabilir. Beytini seyretmeyi bile ibadet kabul edip, buna sevap yazan Rabbimiz; o mübarek mekânda vuku bulan hâlleri, gösterilen gayreti hiç göz ardı eder mi? Yeter ki, davranışlar, günah şeyler olmasın.
Esasında, insanların bu telâşının daha önünde giden biri var! O da, racim olan şeytan.
Onun telâşı ise, bir başka telâş: “Nasıl eder de şu mü’minleri, bir’i “bin” yazılacak bir günaha sokarım?” Onun gayreti, onun telâşı da bu!
Bu mukaddes beldelerde her yerden ve her şeyden çok daha fazla teyakkuz hâlinde bulunmak, daha çok dikkatli olmak; özellikle -ufak da olsa- kul hakkını gözetmek; onu ihlâl etmemek için özen göstermek gerekiyor. “Orada da kul hakkı olur mu?” demeyin. Nerede “kul” varsa, orada, onun hakkı vardır. Örneklemek menfi şeyleri tezekkür olacağından, bunlara temas etmek yerine, başka konulara bakmak gerek.
Kavurucu yaz sıcağında, her birine bir “şavt” denilen ve bu şekilde yedi defa Beytullah’ın etrafında dönerek tamamladığımız Tavafımızın iki rekât namazını da Makam-ı İbrahim’in karşısında veya uygun bir yerde kıldıktan sonra, O’nun, yani Hane Sahibinin kapısına iltica ediyoruz, kan ter içinde; isteklerimizi, dileklerimizi arz etmek için.
Ellerimiz bunun için yükseliyor, uzanabildiğince semaya. Dilimiz, ruhumuza tercüman olup, Cenâb-ı Haktan Tavafımızın kabulünü diliyoruz; ardından da, Tavafımızdan hâsıl olan ecir ve mensubatı başta şefîimiz Efendimize (asm), ondan sonra da kimleri istiyorsak onlara hediye ediyoruz; hem de böylece, hediye ettiğimiz kimselere ulaşan sevaplar adedince kendi sevabımıza ilâve sevap katıyoruz.
Ne büyük kazanç, değil mi?
Hâlık-ı Kâinat’a arz ettiğimiz duâlarımızın ardından kalkıp, gidip, termoslardaki buz gibi Zemzem’den bir bardak içmek, ruha şifa oluyor; Hz. Hâcer’in gönlü gibi, gönle huzur doluyor…