Şu dünya, sevgi üzerine müesses desek, umarım mübalâğa etmiş olmayız. Bütün insanların ve hayvanat taifesinin ortak dili sevgidir. Hatta saksımızdaki çiçekler bile sevgiyi, sevildiklerini biliyor; bize, sevilince bir başka tebessüm ediyor.
Sevildiğini hisseden hangi insan sevinmez, mutlu olmaz ki?
Hele bu insan ya da insanlar dost ise, yâr ise, yaran ise; kardaş ise, karındaş, gönüldaş ise hak etmez mi sevgiyi?
Allah için sevmek varken, bir incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle sevmek bekleyen kimselerden inhiraf etmek; yüz çevirmek, doğru bir hâl değildir.
Yapmakla bozmak ne ise; davranış biçimi itibariyle, sevmekle üzmek de birbirine zıt, birbirine aykırı şeylerdir. Bu, vazgeçilmez müşterekleri bulunan; birliktelikleri umulan değerli şahsiyetler nezdinde olursa, durum daha vahim bir vaziyet alır. Çünkü bu, Risale-i Nur’da tâdat edilen birçok “bir”leri tekzip etmek gibidir.
Öyle ise, gelin, birbirimizi çok sevelim. Yaratan’ın hatırı için sevelim.
Dünyada her şey gelip geçici! Mahkemenin kadıya mülk olmadığı gibi, hiçbir şey de, hiç kimseye bâki değil. Bu hakikati hepimiz biliriz.
Bediüzzaman; “…adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme”1 uyarısında bulunuyor ve ardı sıra, “Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle” diyor ve ondan, kulaklara küpe olacak şu mısraı naklediyor:
“Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.”
Birbirimize sevgi buketleri sunmak varken itişip kakışmak, kızmak, küsmek ve daha fenası; “birbirimizin etini yemek”2 de ne oluyor Allah aşkına?
Kapılarımızı ve gönüllerimizi birbirimize açacak tek anahtar, gerçek manadaki sevgidir; yani, sevdiğini sûreten değil, sîreten sevmektir.
Konumuza ışık tutacak bir Mevlânâ menkıbesinin tam yeri:
“Birbirine kırılan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar.
“Kim o?” diye seslenir içerideki.
“Benim” der kapıyı çalan.
“Burada ikimize birlikte yer yok!” diye cevap verir öbürü.
“Aradan uzun bir zaman geçer… Yeni bir ümitle tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını.
“Kim o?” diye sorar yine içerideki.
“Sen’im!” der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır.
“Hz. Mevlânâ da; ‘Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta ‘o’ olmalısınız’ diye anlatır hakikî sevgiyi, muhabbeti.” Gönüllerinin sevgiyle, muhabbetle dolu olduğuna itikat ettiğim kardaşlarım, gönüldaşlarım! İsteyene, olması gerektiği yer de, yer var.
Öyleyse, “Sen’im!” demekten; sevgimizi göstermekten korkmayalım.
Yunus’umuz gibi; “Ben gelmedim dâvâ için, benim işim sevi için / Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim” deme erdemini gösterelim, inşallah.