Sıdk, sadakat, sebat kelimeleri kavram olarak dik durmayı tarif eden sözlerdir. Dik durmak ise, pörsümemek, kararlı duruş biçimi sergilemek; olumsuz davranışlardan, lüzumsuz sözlerden, muğlâk meselelerden etkilenmemek; inandığı dâvâdan inhiraf etmemek; dönmemek demektir.
Her esen rüzgârın önünde savrulmak, hafiflik emaresidir. Atalar, “Ağır taşı ne yel alır, ne sel alır” sözünü ne de güzel söylemiş ve bu sözle bizlere önemli bir mesaj vermişler. İşte, dâvâ adamı da bu minval üzere olmalı; değil rüzgâr, kasırgaya da maruz kalsa sarsılmamalıdır.
Dünya fâni olduğu gibi, dünya üzerinde cereyan eden dünyevî hadiseler de gelici geçicidir. Bu itibarla, zahire göre hüküm vererek aldanmamalı; hele ki, siyasî cereyanlara kapılıp sarsılmamalı, abandone olmamalı.
Bizler, kıymetli bir dâvânın mensupları, ulvî bir hizmetin hadimleriyiz. Siyaset bizim hizmetimizin amentüsü, yani olmazsa olmaz şartı değildir. Siyasîler bizi oy kullanma zamanı geldiğinde alâyıvala ile çağırırlar, oyunuzu kullandığınız andan itibaren de bizim bir kıymeti harbiyemiz kalmaz; kimse bizi tanımaz. Geride, tercihlerden arta kalan teraneler, tartışmalar, sarf edilen hoşa gitmez kelâmlar. Esasen bu durum o gün rafa kalkmalı, herkes işine gücüne, hizmetine bakmalı. Aksi hâli, gönüllere azap veren bir urdur. Bu hissiyatı asla taşımamak lâzım ruh haletimizde aylarca, yıllarca.
Bir arkadaşım, “Nur Talebesi, tercihi farklı da olsa, katı bir siyaset taraftarı olmaz” dedi. Bu bir temenni, bir iyi niyet ifadesiydi. Ne var ki, maalesef, siyaset arenasında cereyan eden olaylar ile zihinler müşevveş, kafalar alt üst olmuş durumda. Sıradan bir kimse için bu durum normal, çünkü sırtında yumurta küfesi yok; ama bir dâvâ adamı için, anormal.
Buyurun, ilginç bir durum:
Adam, alıyor telefonu eline; bulunduğu şehirdeki gazete görevlisi arkadaşa veriyor veriştiriyor, ağız dolusu lâfları: “Ben” diyor, “Yirmi beş senedir bu dâvânın içindeyim ve bu gazeteyi alıyorum” dedikten sonra hiddetle, öfkeyle “şu şu sebepten dolayı gazete aboneliğimi kesin” diyor ve telefonu kapatıyor. Aradan üç beş dakika geçtikten sonra, görevli arkadaşın telefonu tekrar çalıyor. Ahizedeki ses, yumuşak ve mutedil. Arkadaşımız, hüsnüniyetle, “Abi, her halde kararınızı değiştirmiş olmalısınız” diye söze başlıyor. Ancak, karşıdaki şahıs, “Ben o değilim, ama o kimsenin konuşmalarının tamamını duydum ve şaşırdım. Bu nasıl dâvâ adamı olmak, bu nasıl yirmi beş senelik mensubiyet?” dedikten sonra, “Ben filân yerde esnafım. Hiç kimseyle hiçbir fikrî bağlılığım da yok. İnanın, şu an, dükkânımın önünde cereyan eden bu diyaloğa üzüldüm, ağlıyorum. Bu kimse gibi kaç kişi varsa, onların gazetelerini bana gönderin” diyor. Evet, sergilenen iki ayrı yaklaşım.
Heyhat! Boşa geçmiş, seneler…
Bir insanda, geçen bunca zaman zarfında bir mensubiyet, bir aidiyet ve bir “dâvâ adamı” kimliği oluşmamışsa, geriye söylenecek bir söz kalmıyor.