Elinde Nur olanlar için, birbiri içerisinde dahil olmuş halkaların en büyüğü ve en az vazifenin, ilginin olması gereken alan, siyaset dairesi.
Karşısında müthiş bir yangın olan ve içinde evlâdı tutuşmuş yananlar için elbette daha mühim vazifeler vardır.
Önünde kabir gibi bir kuyu ağzı olan ve istese de istemese de o zulümatlı ve dar olan kabir kapısından geçecek olan, “Her nefis ölümü tadacaktır” sırrının muhatabı olan her nefs için, bu en büyük meselenin yanında günlük siyasetin değeri elbette kat kat düşük olacaktır.
Gözüken o ki, bu kadar önemli işlerimiz varken ve bir günü kısacık 24 saate sığdırmaya çalışırken, bu kısacık 24 saatte de ahiretimizi kurtarma gayreti içerisindeyken—vazife gereği meşgul olması gerekenlerin dışında—siyasete ayıracak vakit bulamamamız gerekiyor.
Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda görüyoruz ki, koca İkinci Dünya Savaşıyla bile ilgilenmemiş, merak etmemiş, sormamış. Tamamen iman hizmeti ile iştigal etmiş. Öte yandan tamamen de siyasetten elini çekmemiş, Kur’ân eczanesinin eczacısı olan Resul-i Ekremin (asm) Sünnet-i Seniyyesi ışığında asrımızın hem imanî, hem içtimaî, hem de siyasî yaralarına ilâçlar getirmiş.
Bu ilâçların kullanım ve uygulamasının takibi ise şimdi bizlerin üzerine vazife olmakla birlikte “Günümüz insanları bu ilâçları kullanmıyorsa kendi bilecekleri iş” diyerek kenara çekilmek biz sefinedeki hizmetkârların şefkat tokatları yemesine sebep olur.
Şu sıcak gündemler ve siyasî yaklaşımlardaki farklılık kardeşlerimizin Risale-i Nur düsturlarını unutmalarına, tesanüdü kırmalarına sebep verdiyse de, ayılıp kendimize gelmek için yine de çok büyük tokatlar yemedik hamdolsun.
Ama bir an önce ayılmamız gerek. Yoksa bilmeden bu kudsî dâvâya ihanet etmiş, ehl-i dalâletin tarafına hizmet etmiş oluruz, Allah korusun.
İhlâs Risalesinde dikkat çeken bir husus, birinci düstur olan “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” denildikten hemen sonra “Kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz” demesi.
Maalesef ki siyaset o kadar tatlı bir zehir ki bize bütün düsturları unutturup birbirimizin gıybetini ettirebiliyor. Sanki hiç İhlâs Risalesini, Uhuvvet Risalesini okumamışız ve karşıdaki o zalimce eleştirdiğimiz, hani siyasî noktada bizimle aynı fikirde olmayan, bizim Nur Talebesi kardeşimiz değil bir ehl-i dalâletin temsilcisi!
Üstad Hazretlerine “Eûzübillahimineşşeytani vessiyaseti” dedirten “kendi tarafında şeytan olsa ‘melektir’ diyecek, karşı tarafta bir veli olsa onu ‘tekfir’ edecek” durumu göz önünde bulundurmalı değil mi?
Eğer birbirimizi yalanlıyor, gıybet edip iftira atıyor; siyaset uğruna mü’minin kalbindeki imana saygı duymayıp, husûmet besliyorsak kendimizi muhasebe etmeli değil miyiz?
Aynı fabrikadaki çarkların birbiri ile rekabet etmesine, bir elin diğer el ile yarışmasına, kalbin ruhun ayıbını, aklın bedenin kusurunu görmesine sebep oluyor ve bunu yaparken de zevk (!) alıyorsak, mutlaka kendimize gelip titremeli değil miyiz?
Yeni Saidler, yeni Zübeyirler eğer bu haldekileri örnek alacaksa cenneti asa baharda, yazda gelecek Nur Talebeleri Saidler, Ömerler, Hamzalar, Zübeyirler yarın mahşerde bizim yakamıza yapıştıklarında biz onlara ne diyeceğiz?
Biz her ne olursa olsun bir mü’minin, Nur Talebesi kardeşimizin eline diken batmasını istemeyiz. Bizim işimiz uhuvvet, kardeşliktir. Bize yapılan eleştirileri “Koynumuzda akrep var” bâbında algılayıp mihenge vurur, eyvallah deriz. Yeter ki art niyet olmasın, husûmet olmasın, garaz olmasın, başkalarının oyunlarına oyuncak olmak için bizlere yapılan maksatlı eleştiriler olmasın. Geri kalanın hepsini sineye çekeriz. Tek bir maksadımız var, o da kardeşlerimizin mabeynlerindeki sırr-ı ihlâsa ve tesanüde bir zarar gelmesin. Bu uğurda her şeyimizi feda etmeye razıyız. Zira biz Üstadımızdan böyle gördük. Zübeyir Ağabeyden böyle gördük. Meşverette bunu gördük, bunu işittik.
Kim ki bizlerin gıybetini yaptıysa hakkımız helâl olsun, yeter ki fabrikanın çarklarının arasına bir şeyler sıkışmasın, bu kudsî hizmete bir halel gelmesin. Yeter ki kardeşlik kazansın. Yoksa yarın mahşerde yüzüne bakabileceğimiz bir Üstadımız olmaz!