Bir yudum suyun ne olduğunu, yudum yudum anlamanın adı oluyor oruç.
«
Hayır, hayır! Adımı öğrendim bu Ramazanda da: Âcizliğimin hep yerinde durduğunu…
«
Ummadığımız yerlerden/nerelerden geliyordu gelenler, nerelerden?!...
Düşünsene:
“Çıktım erik dalına;
Anda yedim üzümü!
Bahçe ıssı kakıyıp:
Der, ne yersin kozumu!”
Baksana! Erik dalına çıkıyorsunuz; o da ne?! Üzümmüş kısmet, diyorsunuz.
Bir daha: “O da ne!” Ki…bahçeci geliyor, cevizlerini neden yediğinizi soruyor.
Ne var ortada?!...
Yaa!
Yediğiniz içtiğiniz şeylerin sizin olduğunu sanıyorsunuz.
Sonra imsaklı, iftarlı zamanlar düşüyor içinizdeki/dışınızdaki takvimlere.
Sular seller gibi akan bir susuzluğunuz var bu çölde!
Vay bu çölde ne yapardınız oruç gelip kapınızı çalmasaydı!
Az şey mi; seni sana hatırlatıyor oruç; hem de haftalarca bekliyor seni.
Yalnızken bile… Yanmışken bile elin suya gitmiyor.
İnsanlık bu ya… İnsanlık bu! Yaa! İnsanlık; bu yaa!
«
Su, sana yakın olduğu kadar da uzak! İlla emir büyük yerden çıkacak. İllâ, illâ…
«
Şimdi özürler dileyelim izinsiz/hatırlamasız yediğimiz/içtiğimiz şeyler adına…
«
Gafletin zehir olduğunu; tefekkürün derman olduğunu imzalarız her oruçta.
«
Ramazanda, on bir ay duymadığımız ekmeğin kokusunu duyarız.
Duyarız da ne mi olur?
Açlığın dayanılmaz cazibesine kapılanlara sorun!
«
Bu nasıl hafifleyiş böyle! Dünya inmiş de sırtımızdan… Yeniden doğuşun tazeliği gözlerimizde…
«
Oruç; öteki aç kalmalara, öteki susuzluklara benzemiyor.
Bir sırrı beraberinde getiriyor oruç.
Ne oluyorsa oluyor; kendini sevdiriyor oruç; anlıyorum.
Bu “sır” bende kalsın; sizinki de sizde.
Her oruçlunun derininde/gözlerinde bu sırdan izler var. İsteyen çözer.
«
Onsuzluğun sonsuz boşluğa bizi düşüreceğini gösteren “Ramazan aynası” olmasaydı, neyi görecektik biz!
«
Her açlık orucumuz; her lokmamız/yudumumuz iftarımız oluyorsa… oruçla tanışmışız demektir.
«
Oruç bize gelir koşa koşa…
Biz oruca gideriz açlığımızın bütün haşmetiyle…
Oruç bizi sonsuz doyurmak için gelir.
“Biz ağlarız; oruç güler.”
Biz ağlarız; imsak, anahtarı cebine koyduğu gibi sırra kadem basar.
«
Bu fani âlemdeki ambarları doyurmaz beni; buz gibi akarsular kandırmaz…
Ne de olsa “çöl” burası…
İhtiyaçlarım… hani nerde?! Nerde benim hastalıksızlığım, ölümsüzlüğüm?!...
Burada, bu çölde, ölüm var sana, bana!
Fakat oruç gelince dolarım da… Doyarım da…
Fırınlar istediği kadar ekmek yapsın; yetmez ki bana!