O, evvel emirde Kur’ân’ın bir dellâlıydı. O bir Ku’rân savunucusuydu. Kur’ân’ı müdafaa için düşmüştü yollara. Şeriatı, Şeriat-ı Muhammediye’yi (asm) tıpkı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi, saf ve doğru haliyle anlatmalıydı ümmete.
Bunun için de, Osmanlı’nın payitahtında olmalıydı ki sesi hem merkeze, hem de merkez ötelerine daha etkili ulaşabilsin.
Sultan Abdülhamid’in bir takım uygulamaları; toplumda haksızlıklara, adaletsizliklere ve su-i istimallere yol açıyordu.
Bu içtimaî yaraların da tedavi edilerek sarılması gerekiyordu. Bediüzzaman bunu da iletmeliydi Saray’a.
31 Mart ayaklanmasından sonra kurulan Divan-ı Harp Mahkemesi’ndeki savunmasından anlıyoruz ki; Bediüzzaman’ın hafızasında, Osmanlı’nın ve Müslüman ümmetin bütün dertlerine, Kur’ân’dan alınan devalar vardı.
Bütün bu problemlerin ve çözüm tekliflerinin, birinci ağızdan Sultan Abdülhamid’e iletilmesi gerekiyordu.
İşte bunun için Bediüzzaman İstanbul yollarındaydı. Ve çantasında, hafızasında onlarca problem ve reçete ile çıkmıştı İstanbul seyahatine.
Bediüzzaman’ı İstanbul yollarına düşüren saik zahirde, görünüşe bakıldığında; Şark’ın cehaletini ortadan kaldırmak için padişaha arz edeceği; fen ve din ilimlerinin birlikte okutulacağı ve aynı zamanda eğitim dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçe olacağı Medreset’üz Zehra projesiydi.
Bu eğitim kurumunun merkezi Van’da inşa edilmeliydi. Ama Şark’ın 8-10 vilayetinde de şubeleri olmalıydı.
Bu eğitim projesi hayata geçirildiği takdirde, cehalet ortadan kalkacaktı. İslâm’ın üç ana unsuru olan Araplar, Türkler ve Kürtler arasında hakikî bir kardeşlik tesis edilecekti. Ve Bediüzzaman’ın bütün hayatının vazgeçilmez ideallerinden olan İttihad-ı İslâm vücut bulacaktı. Aynı zamanda İslâm’ı gerçek anlamıyla kavrayan, hurafelerden arındırılmış münevver ilim adamları yetişecek ve çoğalacaktı. Bunun yanında, bu eğitim kurumları yöre halkının kullandığı Kürtçe lisanın gelişmesine de hizmet edecekti. Ki yöre halkı devletin resmî dilini anlamıyordu, bu da devletle halkın sağlıklı iletişimi için büyük bir engel teşkil ediyordu.