Eskiden kişilerin kişilikli bir duruşları vardı. İnanan inandığı ideolojinin kavgasını mertçe verirdi. Sahip olduğu düşüncenin gereklerini yerine getirir, inandığı dâvânın arkasında dururdu.
Fikrin namusunun olduğu ve cılkının çıkmadığı o yıllarda; Trabzon Lisesi sıralarında Tevhid-i İlâhî’nin tercümanlığını yapan Nur’un hakikatlerini dillendirmek ve arkadaş çevremize duyurabilmenin mücadelesini vermekteydik.
Devrimci ideolojinin kapkara küfründen sıyrılıp, Nur’un aydınlığına ulaştığımız yıllar, hayatımızın ve gençliğimizin bahar mevsimiydi.
76 senesi, Trabzon Lisesi’ndeki ikinci yılımızda son sınıf öğrencisiydik. Kimya dersimize gelen öğretmen, derste Allah’ı inkâr ediyor, dinî değerlere küfrediyordu adeta.
İstedik ki, sınıftaki fikir tartışmalarımızın dışında bu öğretmeni basın yoluyla ifşa edelim.
O günün Türkiye’sinde sağ yelpazede fazla gazete yoktu. Ülkücü camianın ‘Bizim Anadolu’su ve Ortadoğu Gazetesi’ne ilâveten, Nurcuların Yeni Asya’sı, Süleymancıların Sabah’ı bir de Tercüman Gazetesi vardı.
Oturdum bir akşam, ‘Trabzon Lisesi’nde kimya öğretmeni Allah’a küfrediyor’ diye bir yazı yazdım ve sağdaki üç dört gazeteye gönderdim. Yazının altında da isim ve adres mahfuz yazıyordu.
Yeni Asya Gazetesi’nde yayınlandığını çok iyi hatırlıyorum.
Yayınlanmasının ertesi günü ilk iki saat kimya dersimiz var. Sınıfta tek Yeni Asya okuyan olarak biliniyorum. Kimyacı da surat bir karış. Sınıfın orta yerinde durdu bacaklarını gerdi. Başladı yüksek sesle, kendisine iftira atıldığını yalan söylendiğini, Allah’a küfretmediğini anlatmaya. Bu arada da sürekli bana bakıyordu.
Konuşması bitti ayağa kalktım.
‘’Küfretmesen yazmazlardı Hoca!’’ dedim.
‘’Sen yazdın bunları. Sen gönderdin gazetelere..Çık dışarı.’’ dedi…
Ama ben fikirse fikir başka şeyse başka şey her türlüsüne vardım.
‘’Çıkıyorum.’’ dedim.
O günün ideolojik konjonktürüne uygun bir tarzda sınıftan çıktım. Kapıyı da çok sert çarparak kapattım. Koridorda beklemeye başladım. Sınıftan kimyacının sesi yükseliyordu.
‘’Bu büyüklenme ney... Bu nasıl yürüyüş. Bu dayılanma ney... Büyük Allah’tır!‘’
Eyvallah kimyacı. Elbette büyük Allah’tır. Bize de bu cümle yeter… Bu cümle Tevhid-i İlâhî’nin zaferiydi. Eyvallah.
Ondan sonra dinî değerlere ne hakaret etti ne de alaya aldı bu kimyacı.
Sağolasın sen Yeni Asya. Sen yazmasaydın geri adım atmayacaktı anlaşılan.
Lise öğrencilik yıllarımızda, hemen hemen her derste, ‘Risale-i Nurlar’dan bir konuyu nasıl aktarabilirizin’ derdindeydik. İnandığımız fikri duyurabilmenin telâşını sürekli yaşardık.
Karizma bir hocamız vardı. Öğrenciler arasında sol yelpazede konuşlandırılan birisiydi bu öğretmen.
Ama sınıftaki tavrı ve dersindeki anlatımıyla ve sınıfa hâkimiyetiyle tam bir karizmaydı Hocamız.
Bu karizma öğretmen Rauf Hoca’dan başkası değildi..
Onun dersinde hiçbir öğrenci çıt çıkaramazdı. Bir tavrın, bir duruşun adıydı o. Dersine ve konularına son derece hakim bir öğretmendi.
Yaşıyorsa sağlık ve esenlikler dilerim. Ölmüşse rahmetler olsun ona.
Tahtada, “Ders: Biyoloji. Konu: Kromozomların yapısı” yazıyordu.
Rauf Hoca sınıfa girdi. Dersine başladı ve kromozomların yapısını, dizilişini şekiller çizerek anlatıyor, harika bir sistemden bahsediyordu.
‘’Kromozomlar kalıtıma kaynaklık eder. Cinsiyetin belirlenmesinde çok önemli işlev görürler. Kromozom sayıları türlerine göre değişiklik arz eder. Canlılarda N sayısınca çift kromozom vardır. Erkekte bir XY çifti, dişilerde XX çifti bulunur. DNAlar... RNAlar... Zincirler... Dizilişler... vs.’’
Aman Allah’ım, her şeyi bu kromozomlar yapıyor. Sanki bütün marifet bu kromozomlardaydı.
Dersin bir yerinde parmak kaldırdım. Rauf Hoca dersin kesilmesini kesinlikle affetmezdi. Ama bir şey demedi.
Sonra bana baktı. ‘’Söyle Maraşlı.’’ dedi.
Dedim ki: ‘’Hocam bu kromozomların harika bir sistemi var ve çok şuurlu hareket ediyorlar. Bunlar da akıl var mı? Akıllı mı bunlar?’’
Sınıfta devrimci öğrenciler de var. Hafiften homurdanma oldu. Çıt çıkmıyor sınıftan. Rauf Hoca ne cevap verecek herkes merak içerisinde.
Tam o saatte de acayip şekilde bir kar yağıyordu. Trabzon beyaza bürünmüş vaziyetteydi. Esasında bu şehire fazla kar yağdığı da pek görülmezdi, ama Trabzon Lisesi’nin bahçesine lapa lapa kar düşüyordu gökyüzünden.
Rauf Hoca masaya yöneldi. Kürsüye çıktı. Bana ‘’Otur.’’ dedi.
Pencereden dışarıya bakmaya başladı. Karın yağışını seyretmeye koyuldu. Aradan birkaç dakika geçti. Sınıf pür dikkat. Ve sessiz…
Sınıfa döndü. Bana baktı... Dedi ki:
‘’Maraşlı. Bu soruyu niye sorduğunu bilmiyorum. Ama ben Allah’a inanıyorum aslanım!’’
Ve Rauf Hoca başladı anlatmaya. “Bakın arkadaşlar, iki saat önce havada hiçbir şey yoktu. Ama bakın kısa süre içerisinde bütün Trabzon ve bölgesi bembeyaz örtüye büründü.
Şu karın gökyüzünden tane tane inişine bakar mısınız? Hangi tesadüf hangi doğa olayı bu işe karışabilir. Hangi tesadüfle bunu izah edebilirsiniz. Bu sonsuz bir güç gerektirir ve bu sonsuz güç de sadece Allah’tır.’’
O ders boyunca Rauf Hoca sınıfa Tevhid-i İlâhî’nin hakikatlerini anlattı.
Kromozomlarda da akıl olmadığını, kromozomların da Allah’ın izniyle hareket ettiğini, bu sistemin Allah’ın bir eseri olduğunu izah etti.
Bediüzzaman’ın deyişiyle ‘’Muallimlerimiz Allah’tan bahsediyordu.’’
İlerleyen yılların sonunda ben de öğretmen oldum. Ve her girdiğim derste, Rauf Hoca’nın bu sözü kulaklarımda çınladı.
‘’Ben Allah’a inanıyorum aslanım!’’