"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Günde en az 16 saat risale okuyordum

08 Ağustos 2018, Çarşamba
Mübalâğasız, hele ilk zamanlarda dört beş sene günde on altı saatten aşağı düşmemek kaydıyla hep Risale-i Nur okudum. Arabada, yolda okuyabilirsem okurdum. Nereye gitsem elimde, cebimde, çantamda Risale-i Nur taşırdım. Yutarcasına, ezberlercesine Risale-i Nur okurdum.

Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

NEŞRİYAT HİZMETLERİ İLE GÖREVLENDİRİLMEM

İhtilâl yılının son ayları, belki de gelen yılın, yani 1961’in ilk  ayları... Babamın yanından ayrılışım ve tekrar, İstanbul’a gelişim. Büyük ölçüde hizmetin merkezi olan bu şehirde, artık daimî kalacaktım. Bu gelişimle birlikte İstanbul ekibine dahil olmuştum.

İstanbul’a gelir gelmez yine ablamın yanında kalmaya başladım. Eniştem Cezerî Kasımpaşa Camii’nin imamlığını yapıyordu. Evleri Eyüp Akarçeşme semtinde idi. Daha önce de birlikte kaldığımızdan o bölgede eski arkadaşlarım mevcuttu.

Onlar bendeki değişimi bilmediklerinden eskisi gibi “hareketli” bir Mehmet bekliyorlardı. Fakat hayal kırıklığına uğradılar. Ben tam anlamıyla değişmiştim. Ama arkadaşlığımız bir müddet devam etti. Çünkü onların da bu hakikatleri görmeleri ve imanlarını kurtarmalarını arzu etmiştim. Fakat düşündüğüm gibi olmayacağını gördüm. Ben de meselenin üzerinde çok fazla ısrar etmedim. Çünkü haddinden fazla ısrar, tekrar eski alışkanlıklara dönmeme sebep olabilirdi. Sonuçta ben de insandım. Nurculuk meselesinde henüz kişiliğim daha olgunlaşmış, bütün meseleler yerli yerine  oturmuş değildi. Bütün bunlar zamana bağlı olarak gelişecek şeylerdi. Ama hizmetin heyecanından herhangi bir şey kaybetmem söz konusu değildi. Meselemi çok hareketli, heyecanlı bir şekilde benimseyip, savunuyordum. Bunun için söz konusu arkadaşlarıma pek çok defa meseleyi anlatmaya çalıştıysam da; onların beni kendi yanlarına çekmek için uğraştıklarını gözlemledim. Bu bir müddet devam etti. En küçük bir yumuşama ve bu tarafa gelme meselesi mevzu bahis değildi. Dolayısıyla bende de şöyle bir kanaat teşekkül etti:

“Bu insanları, bu arkadaşları, bu hemşerilerimi kurtarmak istiyorum. Ancak Risale-i Nur’un verdiği şuur ve ölçü ile hidayet ve irşadın da, ancak Allah’tan olduğunu biliyorum. Öyleyse ben, yeterli gayreti gösterdiğime göre sonucu Allah’a bırakmalıyım. Benim çalışmalarım sadece bir vasıta olmaktır.” Bu düşünce ile artık zamanımı daha verimli kullanmanın vaktinin geldiğine karar verdim.

Ancak, insan bu hakikatleri tanıyıp tadını aldığında, tabiî olarak, başta ana ve babası olmak üzere en yakınlarına da tattırmak istiyor.

Fakat şöyle bir dezavantajla karşılaştım: Onlar benim Risale-i Nur’dan evvelki hayatımı biliyorlardı.

Annem ahirete gitmişti. Zaten o saliha bir hanımdı. Allah rahmet eylesin babam, ben Risale-i Nur okumaya başladıktan sonra, iki sene kadar buna inanamadı. Yeni halimi, geçmiş hayatımla mukayese ederek, “Acaba bu beni kandırıyor mu?” diye şüpheleniyordu. Fakat sonradan bu meselede samimî olduğumu gördü. Bundan da memnun oldu. Seçimim, zaten onun arzu ettiği hayat tarzı idi.

Böylece diğer akrabalarımla da bir müddet ilgilendim.

Onlar da, bu kadar sür’atli ve kesin bir değişim, bir dönüşüme pek inanamıyorlardı. Onun için de hayretle karşılıyorlardı.

Bir de insanımızın şöyle bir yapısı var: Bu gibi durumları alaya alıyorlar, “Hemen bu kadar değişme nasıl olur? Bu ciddî değildir” diye bir beklenti içine giriyorlar. Bunun ne kadar ciddî olup olmadığını zamana bırakıyorlar. Tabiî böyle bir durumda, siz onlarla ciddî ve dinî meseleleri konuşmaya kalksanız; onlar, size bakarken geçmiş hayatınızı gördükleri için, “Hadi canım sen de! Sen mi bunları söylüyorsun?” diye fazla ciddîye almıyorlar. Bu da bana şu kanaati verdi: “Bu kanaat samimî hâle gelene kadar, çok fazla temasa gerek yok, faydası da yok. Artık onların kanaatini düzeltmek işi zamana bağlı bir şey. Bu benim elimde değil. Kalplere, ancak Allah hükmedebilir. İman ve Kur’ân hizmetinde O’nun rızasını kazanabildiğim ölçüde, bu kalpleri etkileyebilirim.” Bu gerçeği ben, İhlâs Risalesi’ni okuduktan sonra öğrenmiş ve ona kesin bir şekilde inanmıştım.

Daha önceki hayatımda benzer şeyleri başka şekilde de yaşadığım için, zihnimi kurcalayan bir mesele vardı. Yani, biz devamlı şekilde insanlara yaranmaya uğraşıyoruz. “Desinler, görsünler, takdir etsinler, alkışlasınlar, beğensinler” diye, insanları memnun etmeye çalışıyoruz, fakat hiçbir zaman da başarılı olamıyoruz.

 En fazla yardım edip yakınlaştıklarım bile, beni yolda bırakıyordu. Arkadan hançerliyor, bir takım anormal hareketlerin içine giriyorlardı. Tabiî bu da insanda, manen bir çöküntü meydana getiriyordu.

“Neden böyle oluyor?” sorusunu, İhlâs Risalesi’ni okuyuncaya kadar cevaplayamamıştım. Sonra bunun, ihlâssızlığın sonucu peşin bir ceza olduğunu çok yakından anlamış oldum. Risale-i Nur’dan aldığım bu ölçüler sonucu, o eski çevremden veya akrabalarımdan aleyhimde olanların lehime döndüklerini, beni takdir ettiklerini gördüm. Tabiî bu durum, onlarla iletişim kurmanın da yolunu açmış oldu.

Bir de şunu yakından gözlemledim: “Bazı insanları kınıyorduk. Fakat sonradan da aynı duruma kendimiz düşüyorduk. Risale-i Nur’u okuduktan sonra Üstadın da ‘men dakka dukka’ dediği halkın ağzındaki tabirle, “etme bulma dünyası” veya “Çalma elin kapısını çalarlar kapını” sözü var. Bir hadis-i kudsîde de gördüm. “Kim ki bir mü’min kardeşini haksız yere kınarsa, Cenâb-ı Hak onu o hale düşürmeden ruhunu kabzetmez” diyor.  Çok ibretli bir hadis-i şerif. Kafamda şimşekler çaktı ve ömrüm boyunca insanları kınamaktan uzak durmaya çalıştım. (...)

KİRAZLI MESCİD

Süleymaniye semti, Kirazlı Mescid Sokaktaki, meşhur dershanede hiç kalmış değildim. Kader beni oraya, Kirazlı Mescid’e doğru sevk ediyordu. Eski muhitte arkadaşlık zemini de, iş de bulamamıştım. Süleymaniye’ye yönelmem gerekiyordu. Risale-i Nur, fıtratım icabı hayatımı adamaya değecek kudsiyete sahip tek şeydi. İstediğim ve beklediğim etki üzerimde gerçekleştiğinden, Kirazlı Mescid’i, hayatımı Risale-i Nur’a vakfetme tasavvuruma yönelik bir mekân olarak değerlendiriyordum.

Risale-i Nur’a yönelik bu değerlendirmelerime ışık tutacak birkaç hatırayı kaydetmek istiyorum:

Biri Vesvese Bahsi ile ilgili:

Dindar bir ailenin çocuğu olduğumu daha önce de ifade etmiştim. Anormal bazı hareketlerim, böyle bir ailenin çocuğuna yakışmayacak hayat tarzım olsa da aldığım terbiye, içimdeki iman kırıntıları yaptığımın ve gidişatımın yanlış olduğunu bana ihtar ediyordu. İyi olmak ve tekrar dinî hayatın içine girmek için karar veriyordum. Böylece namazlarımı kılmaya gayret ediyor ve zaman zaman camiye gidiyordum. Fakat vaazlarda veya hutbede, namazın safî kalple kılınması lâzım geldiğini tekrarlıyordu Hocalar. “Öyle çıfıt çarşısı gibi kalple Allah’ın  huzuruna durulmaz. Hayaliniz bir takım kötü şeylerle meşgulken kılınan namaz, namaz değildir. Kalbinizi temizlemeden namaza durmamalısınız” diye nasihat ediyorlardı.

Hoca tam da beni tarif ediyordu. Hiç olmayacak şeyler, namazda hayalime geliyordu. O zaman hocanın dediği ölçülere göre namazım, namaz olmuyordu. Kalbimi temizleyemediğim için, “Öyle ise niye kılayım?” vesvesesi ile namazı terk ediyordum.

Risale-i Nur’daki Vesvese Bahsini okuduğumda, “Meğer şeytana ne kadar maskara olmuş, ne kadar oyununa gelmişim?” diye kendi kendime gülmeden edememiştim.

Bir diğeri de, İhlâs düsturları ile ilgili:

Daha önce belirttiğim gibi, eniştem de, babam da hoca idi. Hem ilim sahibiydiler, hem de hafızlıkları vardı. Akrabalarımdan bir kısmı da, yine dindardı. Yani, dindar çevrelerle bağlantım vardı. Bu yüzden dindar çevreler arasındaki ilişkileri yakından takip edebiliyordum. Gördüğüm, aralarında sürekli sürtüşmeler olduğuydu.

Bu durum ve hocalarla ehl-i ilim arasındaki anlamsız çekişmeler beni çok fazla rahatsız ediyordu. Ben de üzerlerine, âdeta “ateşe benzin sıkarcasına, yangına körükle gidercesine” gidiyordum. İçinde bulundukları durumu “Nasıl olur bu? Müslümanlıkta var  mı?” diye tenkit ediyordum. Sonradan İhlâs Risalesi’ni okuyunca, bu kadar telâşlanmaya gerek olmadığını; herkesin sadece kendi mesleğinin muhabbeti ile hareket etmesi durumunda meslek ve meşrep farklılıklarından rahatsızlık duyulmasına gerek olmadığını anladım.

Bu iki örnekte olduğu gibi, Risale-i Nur beni, âdeta yeniden şekillendirdi, canlandırdı ve bana yeniden hayat verdi.

 Bir insanın ağrı, sızısı, ıztırabı olduğunu düşünün. Onu teskin edecek, düzeltecek, iyi edecek ilâcı kullandığı zaman, o şifadan gelen ne kadar huzur, rahatlık, haz ve lezzet varsa, Risale-i Nur’u okurken bu hazzı, bu lezzeti hissediyordum.

Âdeta, ayaklarım yerden kesiliyor, uçuyordum.

  Bunun için de çok okuyordum. Mübalâğasız, hele ilk zamanlarda dört beş sene günde on altı saatten aşağı düşmemek kaydıyla hep Risale-i Nur okudum. Arabada, yolda okuyabilirsem okurdum. Nereye gitsem elimde, cebimde, çantamda Risale-i Nur taşırdım. Yutarcasına, ezberlercesine Risale-i Nur okurdum. Risale-i Nur metinlerinin çoğunu, kimisini aynen, kimisini anlam olarak ezberlemiştim.

YARIN: Zübeyir Ağabeye ne sordu?

FOTOĞRAFLAR: YENİ ASYA-ARŞİV

Okunma Sayısı: 5717
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı