"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman, yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele etti

Caner KUTLU
16 Ağustos 2018, Perşembe
Bediüzzaman’ın Müslümanların parçalanması şeklindeki bir yoruma “tahsile gitmişler!” diyerek karşılık vermesi Batı kafasındaki süreçleri tersine çevirecek san’at, marifet, ittifak üçlüsü ile mümkün birleşme formülünü ihtiva ediyordu. “İttihad” Doğu ve Batı’yı “medeniyet”le yeniden buluşturacak bir kıvılcımı da yakacaktır. Çünkü: “Şeriat-ı Ahmediye’nin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder.” (Tarihçe-i Hayat)

Batı kafası içindeki beynin öğrenmesi; bilmek, anlamak, uygulamak ve geliştirmek süreçlerinin bütününü ifade ettiğinden parçalara ayırarak sürekli denemek ve gözlemlemek istiyor. Ölçmek nispeten planlama ve yapılandırmayı yeterli bulabilir. Tasarım aslında tek başına belirli alan üretir. Bir yönde “tasarlamadığınız sizin değildir”. Diğer yönde; bir şeyin tasarlanamayacak olması yönetilebilir olmasını engellemez. Ekonomide de böyledir. İnsan ve toplumu yönetebilmek -ki bu dış müdahaleyi esas alır- öğrenmek ya da ölçmekten daha kolaydır. Bu toplumun kendi içinde öğrenme ve ölçme yeteneğini elinden almakla da açık ve sürüklenebilir hale getirilir. Bediüzzaman’ın Müslümanların parçalanması şeklindeki bir yoruma “tahsile gitmişler!” diyerek karşılık vermesi Batı kafasındaki süreçleri tersine çevirecek san’at, marifet, ittifak üçlüsü ile mümkün birleşme formülünü ihtiva ediyordu. “İttihad” Doğu ve Batı’yı “medeniyet”le yeniden buluşturacak bir kıvılcımı da yakacaktır. Çünkü: “Şeriat-ı Ahmediye’nin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder.” (Tarihçe-i Hayat) - Syed Nawab Haider Naqvi’nin “İslâm, Ekonomi ve Toplum”una göre öncelikle yapabileceğimiz en iyi şey, ne kadar çok çalışsak da ellerimizde hâlen İslâmî ideallerin nihayete ermemiş büyük bir ajanda olacağı anlayışıyla ilerlemektedir. Hayattaki her şey için geçerli olduğu gibi en iyi, iyinin düşmanı olmak zorunda değildir. İkinci olarak, süreç boyunca ideallere tam olarak ulaşmayı hedefleyen kusursuz program uygulanabilirlik açısından belirli (ancak uygun ve meşrû) değişiklikler yapılarak kullanılabilir. Üçüncü olarak, üretim, tüketim ve dağılım ilişkilerinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Dördüncü; anlamlı bir programın ilk vurgusu, mutlak ve nispi toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin azaltılması olmalıdır. Naqvi, İslâmîleştirmeyi Müslüman toplumun önemli bir parçası ve kamuoyunu olumlu yönde harekete geçiren önemli bir faktör olarak görüyor, onun iştahı ve tahayyülü heyecansız bırakan bir seçenekten çok daha başarılı olduğunu düşünüyor. Bediüzzaman “Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar” derken bir yaklaşımı var: “Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.” (Hutbe-i Şamiye)

Temel politikalarla Naqvi’nin ifadesiyle -şahsî hürriyet, dağıtıcı adalet, iktisadî büyüme, yaygın eğitim ve maksimum istihdam imkânı- elde edilebileceği düşünülebilir. Burada ekonominin iman-insan bağlamında temel ölçütlerini açıklayabilecek; izzetli bir sermaye ve doğru bir hamiyet örneği Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’e elçi gönderilecek Muhsin Çelebi karakteri; akıllı bir insandı. Merde namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklere ülfet etmez. İkbal istemez (“Niye? Bilmem, ama belki “zevâli” var diye”). Fakat çok cesurdu. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Yegâne mefkûresi: “Allah’tan başka kimseye secde etmemek, Kula kul olmamak”tı. İlmi, kemali herkesçe malûmdu. İbni Kemal ondan bahsederken “Beni okutur” derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile. Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı mina çiçekli, Cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. Bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Guraba (Garipler) Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. İnsan arzın üzerinde Allah’ın bir halifesiydi. Allah insana kendi ahlâkını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Muhsin Çelebi devlet fedâkârlık istendiğinde kabul etmişti; fakat bir şartla: “Mademki bu fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bu fedâkârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsî bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm.” Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir.

İstiğna düsturunun müşahhas timsali, fedakârığın zirvesi noktasını temsil eden şahsiyetlerden birisi de Bediüzzaman Hazretleridir.

“Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (rh) şöyle anlatıyor: 1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye a’zâ tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dârü’l-Hikmet’e devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben: Ben sevad-ı a’zama tâbi’ olmak isterim. Sevad-ı a’zam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi’ olmak istemem, demişlerdir. Dârü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan mikdar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebâkisini bana vererek, “Hıfzet!” derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Sonra bana dedi ki: “Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarfettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!” Bir müddet aradan geçti... Hakaikten oniki te’lifatını tab’ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o te’lifatların tab’ına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki: Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum... Dârü’l-Hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünki orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki; Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Dârü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyet’e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.” (Tarihçe-i Hayat)

 

Okunma Sayısı: 2776
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı