"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Her şey merkezinde yaratılmıştır

Caner KUTLU
14 Eylül 2017, Perşembe
Emek ve ittihad -10-

Shils’e göre merkez-çevre yani idare eden, şekillendiren ve bağlı olarak şekillenen taraflar; sosyo-siyasal olaylar bunların arasındaki ilişkiye bağlı açıklanabilir. Dolayısıyla sınıf mücadelesi yerine bu ilişkiyi kullanır. Merkez-çevre kuramının Türkiye’deki ideoloğu olarak görülür, Şerif Mardin. 

Şüphesiz kelimeler o kadar derinlerde köklere sahiptir ki, bir söyleyiş, anında pek çok anlam filizini harekete geçirir, uçları uyarır. Merkez derken tekliği (sistemi) ifade etmiş olurken aynı zamanda çoklu merkezlilik ile etrafında iç içe ya da tamamen bağımsız ayrı birikmeleri de hatıra getirebiliyor. Dolayısıyla bir sistem vardır; roller farklı şartlara göre yeniden dağıtılır. Oyun kuralları böylece tahkim edilebilir. Sosyal alanda ise dünyayı global bir köy olarak görmekle idare edilebileceği kabulüne bağlı ele alınır. Müslüman zihninde zaten her şey ‘aslında’ merkezdedir. Gazali’nin, Mevlânâ’nın temel sabiteleri “vâki olan mümkün olanların en güzelidir”.. Ahsen-i takvim.. dolayısıyla yaratılan yani imkân dairesinde vücud bulmuş olanlar arasında şekil veren şekil alan gibi bir ayrım (evrimcilerin açıkladığı “evrim” gibi) mümkün değildir. Merkezden eşit dağılır: “Şems şeffafiyet sırrına binaen, şişelerin zerrelerinde, arzın denizlerinde, semanın seyyarelerinde müsavat üzerine tecelli eder.” (Mesnevî-i Nuriye) Ancak “merkez”ler de eşittir: Yıldızlar, şemsler arasında mümaselet olduğu gibi filcümle müsavat da vardır. Binaenaleyh onlardan biri ötekilere Rab olamaz. Ve onlardan birine Rab olan, hepsine de Rab olur. Ve keza her şeye de Rab olur. (Mesnevî-i Nuriye) 

Bediüzzaman eşit yaratılıştan söz eder, hilkatteki müsavat.. o da şuradan gelir: 

... İlm-i Kelâm’ın tabirince “İmkân, müsaviü’t-tarafeyn”dir. Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Bu imkân ve müsavatta az-çok, büyük-küçük birdirler. İşte mahlûkat mümkündürler ve imkân dairesinde vücud ve ademleri müsavi olmasından, Vâcibü’l-Vücud’un hadsiz kudret-i ezeliyesi bir tek mümküne vücud vermesi kolaylığında bütün mümkinatın vücudu, ademin muvazenesini bozar, herşeye lâyık bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmiş ise, zahirî vücud libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir. (Şuâlar) 

Bunun için yaratılıştaki eşitlikten dünya ve ahiretteki “karşılıklar dengesi”nin ifadesi gerekiyor. O da şu: 

Evamir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. 

Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa’yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir. (Mektubat) 

Söz konusu işlem (adaletin tesisi) eşitliği mutlak olmaktan “sınırlı ve belirli” hale getiriyor. Eşit yaratılış.. farklı fıtratlar, değişik tabiatlar, güzel ahlâk, ihsan, ihlâs... Bütün bu silsileler fazilet içinde “sosyalleşiyor” biçim ve form kazanıyor. 

Bediüzzaman’ın meseleyi mutlaktan rölativiteye “doğru yerleştirme” örneği olarak gerekli ve yeterli prensipleri veriyor:

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev’-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim. Fakat nev’-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifelerini gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenâb-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın  neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte nev’-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. (Lemalar) 

Mardin “merkez-çevre” konusunu şöyle açıklıyordu: Modern devleti kuran merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi kapsamıştı. Bu güçler feodal soylular, şehirler, kasabalar (burghers) ve daha sonra endüstri emeğiydi. Bu uzlaşmalar, Leviathan’ın ve ulus-devletin bir ölçüde iyi eklemlenmiş yapılar olmasına yol açtı. Ne zaman bir uzlaşma ve hatta tek yanlı bir zafer gerçekleşse, çevresel gücün bir bölümünün merkezde bütünleşmesi de sağlanmış oluyordu. Böylece, feodal zümreler ya da “ayrıcalıklılar” ya da işçiler, yönetimle bütünleştiler, ama aynı zamanda, özerk durumlarının tanınmasını sağladılar. Ardarda kendini gösteren bu karşı karşıya gelmelerin ve tanınıp kabul edilmelerin çok önemli sonuçları olmuştur. Karşı karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise, ulus kurucular ile yerelciler, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki çatışmalar, bunun örnekleridir. Bu çapraz bölünümler, Batı Avrupa modern piyasasının bükülgenliğine büyük ölçüde katkıda bulunan çeşitli siyasî kimliklerin ortaya çıkmasına yol açtı. Öte yandan merkez çevresel ögelerle bir bağlantılar sistemi içinde bulunuyordu. Ortaçağ’ın büyük zümreleri (estates) parlamentolarda yer almıştı; alt sınıflara haklar tanınmıştı.” (Türkiye’de Toplum ve Siyaset)

Şerif Mardin buradan hareketle Osmanlı ve sonrası Türkiye siyaset ve toplumundaki hareketlenmeleri; bu arada Said Nursî olayını da aynı “enstrümanları” kullanarak çalıştı. Buradaki sonuçlar şüphesiz kullanılan araçlarla bağlı olarak görünecekti (ki öyle de oldu).  

Bediüzzaman ise “... âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.” (Tarihçe-i Hayat) derken bunu “doğru anlamak” için sosyolojinin de öncelikle “doğruları”nı  (hikmet) değiştirmek gereğini hatırlatıyor. 

En başta: “... hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlâhî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder.” (Sözler) 

Okunma Sayısı: 3601
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı