"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnanç meselesi (2)

Caner KUTLU
14 Mart 2017, Salı
İnsanlar içinde inandırma cesareti sadece bir Peygambere yakışır; çünkü o günahsızdır (ismet sıfatı), Cebrail meleğin kanatlarını takmıştır (vahiy). Her bir peygamberin inandırmak için yaşadıkları ve insanın buna karşı yaptıkları insanlık tarihini oluşturur.. ki o tarih de zorluk, inkâr, acı, kıyım, ihanet, savaş, ağıt, zulüm, gözyaşı olarak yazılmıştır.

İşte bir örnek: Peygamber Efendimiz (asm) soruyor:

“Ey Kureyşliler, şu dağın ardında size saldırmak üzere olan bir düşman ordusu var, desem bana inanır mısınız?”

“Evet, inanırız. Zira biz senin bugüne kadar yalan söylediğini hiç duymadık. Seni doğru sözlü biri olarak biliriz.”

“Öyle ise ben, başınıza şiddetli bir azap gelmeden önce sizi uyarıyorum. Ey Abdülmuttalib oğulları, Ey Abdü Menaf oğulları, Ey Zühre oğulları! Şunu iyi biliniz ki, Allah bana, yakın akrabalarımı, sizleri uyarmamı emretmiştir. Sizler ‘Lâ ilâhe illallah’ demedikçe ben sizin için dünyada ve ahirette hiç bir fayda sağlayamam.

Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce ailesini haberdar etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendisinden önce ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhah!’ diye bağıran bir adamın hâline benzer.”

Tam bu sırada kalabalığın arasından Efendimizin amcası Ebû Leheb eline bir taş almış, öfke içerisinde hakaretler yağdırıyordu:

“Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın burada.”

Bediüzzaman’ın “birinci talebe”si Hulusi Yahyagil’in “Sohbet ve Mektupları”nda bahsi geçtiği şekilde: Risale-i Nur’da: 

“Risalete inkılap eden velâyet-i Ahmediye aleyhisselâm bütün velâyetlerin fevkindedir” emri hakkındaki izahında şöyle diyor:

“Evet, öyledir. Risalet Hak’tan halka bir elçilik, bir memuriyettir. O da yaşın tekâmülünden sonra olur. 

...Peygamberler umumiyetle evvelâ velidirler. Sonra peygamberlik vazifesiyle kavimlerinin irşadına memur edilirler. Peygamberimizin velâyeti umum peygamberlerin velâyetinden üstündür. O zatın miracı velâyet mertebelerindeki derecesinin en yüksek olduğunun kâfi delilidir” dedikten sonra şöyle bir ek yapıyor:

“Yalnız Hazret-i İsa aleyhisselâmın peygamberliği velâyetinden evveldir, deniyor. İşte bundandır ki, âhir zamanda Hazret-i İsa’nın nüzulu şeriat-ı Muhammediyeye tabi olması velâyetini ikmal etmesi içindir, deniyor.”

Bununla ilgili geçenlerde şöyle bir ifade kullanıldı: Hristiyanların yeniden dirilişe olan inancını devam ettiren Mesih inancıdır. Bu demektir ki: Hıristiyanlığın yeni dönemi “hakikat sonrası” ya da Papa’nın düşündüğü savaş ve yıkım değil İsevilik’in İslam inançlarıyla  “bu kez tâbi olarak” yenilenmesidir. (Çünkü “Allah indinde din İslâmdır”.) Bu inançtır ki, onları diri tutacaktır.

Ayrıca, “Akıllı kişilerin düşüncelerinde yanılmalar görüyoruz”  diyor İmam-ı Gazali, Mişkat’ül Envar’ında,  “... bil ki, onlarda hayaller, vehimler, itikadlar (bunlara inançlar diyelim) vardır.  Onlar bunların hükümlerini aklın hükümleri zannederler.  Yanılma bu hayal vehim ve itikadlara aittir.

Kişinin gerçeği görmesine engel olan bu perdelerden sıyrılması ancak ölümden sonra gerçekleşir.  “ O zaman perde açılır,  sırlar ortaya çıkar, herkes hayır ve şer önden ne göndermişse karşısında hazır olarak bulur ve bir amel defteri olarak müşahede eder”.

Bunun için de en büyük bir ölçü: Bediüzzaman’ın “İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi” dediği, rabıta-i mevttir. (Lemalar) 

Yeni dönemin hakikat dili öldürmeyi değil, ölümü düşünmek olsa gerektir. Şu sözdeki gibi: “...Bir inanç için acı çekmek, o inanç uğruna adam öldürmekten yüz kere daha iyidir.” (Stefan Zweig’in İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar’da Tolstoy’a söylettiği bir söz...)

BBC Future’de yayınlanan makalede bir araştırma sonucu açıklandı.  Buna göre: İnsanlar, hayvanlardan ayrı olarak,  gözetlenmeyi oldukça dert ediyor, farkında bile olmadan davranışlarını ve tercihlerini değiştiriyor. Gözetleyen canlı gözler değil de fotoğraf olsa bile. Yani gözetlendiğimizde itibarımızı düşünerek daha fazla yardımlaşma ve paylaşıma gitmek, kimse bakmıyorsa daha bencil davranmak insana özgü bir davranış. Çünkü, bize olan algı ve güveni geliştirmek istiyoruz. İşte rabıta...

Bediüzzaman “...Gayet-ül gayat olan Marifetullahın bir bürhanı olan marifet-ün Nebi...” ( Mesnevi-i Nuriye) diyor.  Hz. Ebubekir’i “sıddık” yapan sır marifetu’l Nebi’dir. Daha peygamberliğinden önce Ona (asm) inanmıştı. Çünkü mihenge vurmuştu, tanımıştı, güvenmişti. Tanımadığınız, denemediğiniz,  güvenmediğiniz kişinin getirdiğine inanmazsınız. Önce doğru kişi olduğuna inandırmak bunun için de, şahsi yükseklik ve kemâlat elzemdir. Velayet kavramı bunun içindedir. İnançlar imana basamaklardır. Buna en güzel bir örnek de “...seyyidler kabîlesinin efradlarında”n Abdülkadir Geylâni’dir. Rivayete göre, tesiriyle bir çok Yahudi ve Hristiyan hidayete kavuştu. Bunlar da sürekli teste tâbi idi. İmanın esasları inançların sorgulanmasından yükselir.

Müellefetü’l kulub.... kalplerin ısındırılması nebevî yöntemi.. yani iman olmasa da insaniyeten ısındırılması... İnanç, güven duygusunun arttırılması... Diğer taraftan ikna... ispat ilzam... Bediüzzaman’ın:    

Risale-i Nur’un bu otuz senelik zamanda dâhil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla her tarafta hüsn-ü tesiri ve şark vilayetlerinde ellibeş seneden beri büyük bir dârülfünunun kurulmasına çalışması, birbirini takib eden ve birbirini tamamlayan bu zamanda âlem-i İslâmı şiddetli alâkadar eden iki mühim mes’eledir. Bu iki netice-i azîme; hem bu milleti, hususan şark vilayetlerini hem dörtyüz milyon İslâm milletlerini, hem sulh-u umumîye muhtaç Hristiyanlık dünyasını da alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar iki ehemmiyetli hâdisedir. İslâm Dininin ve Kur’ân hakikatlarının küllî ve umumî iki naşiri ve ilâncısıdır. (Emirdağ-2)  dediği hizmetler bunun içindedir.

Bediüzzaman hayatında gösterdiği azami dikkat ve şahsını koruma çabası ikili inançların kırılması ile iman hizmetinin zarar görme tehlikesinin bulunması sebebiyledir. Bu sebeple “mihenge vurunuz” demesi gerçekten tam da bu zamanda gerçekleşmeli değil mi?

Bediüzzaman Risale-i Nur “...tarikat değil hakikat” derken aşkın yerine şefkat tarikını takip ettiğini söylemişti. Bu kesrette boğulmanın yanında varlığı reddetmenin de sakıncalarından geri tutabilecektir. Cismaniyetin çoğaltılması.. Mü’minin bitmeyen temaşa isteği... Maşallah, Barekallah, Sübhanallah açlığı... Hakikat sonrası böylesi bir dile ihtiyaç duyuyor. Kainattaki bütün şefkatler Allah’ın şefkatinden bir damladır ancak... Bu yüzden: “Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş.” (Şualar) 

Baştaki duruma geri dönersek;

Sezai Karakoç umutsuzluğu üreten modern süreci şöyle tanımlamıştı: “Politikaya göre felsefe, giderek felsefeye göre politikanın yerini alıyor.”

Sonrasında, Karakoç şu noktaya varıyordu: “Politika, hayat tarzının, dünya görüşünün, giderek kimi yerde dinin yerini alma eğiliminde...”

Sanırım “hakikat sonrası” yıllar öncesindeki bu eğilimin geldiği yeri gösteriyor.  Şu ifadeler de işin vahametini anlatıyordu:

Kitleler şartlanmakta ve bu şartlanmalar bir politika görünümünde ve iç yapısında iken, ona verilen önem ve anlam yüzünden, büyülenmiş toplulukların çılgın saldırılarına veya tutkularına temel olmaya itilmekte.  Bu çılgınlıklar da uzun bir sürede, akılla ve sabırla sürdürülmekte!

Politika planları bir kader gibi izlenmekte.

Kitleler onlara “ilahi emirlermiş” gibi uygulamakta.

“Politika, kara bir hümanizm gibi insanlığın üzerine çökmüş durumda” dedikten sonra şu beklentiyi dillendiriyordu:

“Bunu dağıtacak güçlü rüzgar, insanlığı kendi ruhuna döndürecek esinti, bakalım ne zaman ve ne yönden esecek?”

İnancımız odur ki; o esinti “anayolda” insanlığı buluşturacaktır. İnanmak ve inandırmak en çok ehl-i beytin yoludur; politikanın değil. Çünkü :

“Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’ân’iyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler”

(Mektubat)

Okunma Sayısı: 3727
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı