"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslâm medeniyetinin altın çağa dönüşü

Caner KUTLU
05 Nisan 2018, Perşembe
Evrenselleşmek, Medenîleşmek, Cemaatleşmek... -18-

Orta Çağ Müslümanların en aydınlık zamanlarıydı; hâlbuki Batı’nın (günümüzde bir kültür objesi olarak kullandıkları) “kara günleri” bu zamanlarda yaşandı. Ortaçağ Batı’nın kâbusuydu; “Buna karşılık sekizinci yüzyılda Arabistan’da bir yerlerde bir şeyler başlıyordu. Bu şey birden yarımada çevresinde orman yangını gibi hızlıca yayıldı. Avrupa’ya doğru yol aldı. Tam olarak buraya ulaştı, Avrupa’nın kalbine ilerledi ve Roma’nın yolunda bulunan Bizans’ı fethetti. Hayır, Bu çağ İslâm için karanlık değildi. İslâm’ın aydınlık ve parlayan bir dönemiydi. Tabiî, tarih kitapları bu çağa karanlık diyip bu olayların üzerini örtünceye kadar...” 

İspanya’da bulunan Cordoba Büyük Camii ‘karanlık çağ’ tam başlarken 784’te inşa edildi. Bu karanlık dönemin tam ortalarında İbn-i Heysem isimli bir adam ışığı keşfetmekle meşguldü ve ilk tek delikli kamerayı icat etti. Onun ışık üzerine çalışmaları ve metodları yüzyıllar sonra bile kullanıldı, ancak onun ismi unutuldu, karanlık içerisinde kaldı. Kahve, cebir, uçma ve kimya bu karanlık çağlarda Müslümanlar tarafından icat edilen veya geliştirilen onlarcasından sadece birkaçı. 859 yılında Fatıma El-Fihri’nin kurduğu diploma veren ilk üniversite olan ve hâlâ İslâmî ilimlerde eğitim veren Karaviyyin Üniversitesi’dir.

İslâm’ın şu anda kendi karanlık çağında olduğunu söyleyen Hamza Asghar, yazısında: “İslâmın kendi aydınlanma çağına geri dönmesine şiddetli bir ihtiyaç var, İslâm karanlık çağdaki aydınlığına geri dönmeli” diyerek ekliyor: O zamanlar, yeniliğe, aklın faziletine değer veriliyordu. Oysa son zamanlarda İslâm’a karşı katı ve sistematik bir yaklaşım var ve mükemmel şekilde uygun olmasına karşın bilim ve san’at okulları bertaraf ediliyor, görmezden geliniyor” diyor.

Şüphesiz bir “sistem”den söz etmek gerekiyor. Bediüzzaman buna “ruh-u gaddâr” ve her mahalde karşılıkları olarak “gizli dinsizlik komiteleri” diyor. Bunların dünyada ve içte başta fikirde; bilim ve san’atta “istibdad”ı organize ettiğini hatırlatıyor. Bu sistematik Ali Şeriati’nin söylediği gibi de olabilir mi? 

“Küfrün kendisi bir dindir. Tıpkı bir dinin, diğer bir dini küfür olarak görmesi gibi; küfür dini de kendisini küfürle itham eden dinin küfür dini olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla küfür, başka bir din demektir, dinsizlik değil.” Buna bir delil olarak da şunu hatırlatıyordu: “Tarih boyunca, ne zaman ki bir peygamber veya dinî bir hareket ortaya çıkmışsa, öncelikle mevcut dini yapıya karşı çıkmıştır ve bu zuhur eden harekete karşı kılıç çeken, ona karşı direnen ilk güç de din (mevcut din) olmuştur.” (Dine Karşı Din)

Şeriati’nin bu ifadesi kısmen kabul edilebilir görünüyor. Küfür -ki küfür yalan demektir, günümüzün propaganda dili- kadar zayıf bir temel üzerinde değil din, bir “kıl” bile duramaz. Thomas Carlyle’in dediği gibi yalan üzerine bir kulübe bile yapamazsınız; değil bir din inşa etmek. Kur’ân bunları “örümcek evi” diye tanımlıyor: “Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” (Ankebut/41) Küfrün varlığı yine dinî (motifler olarak da olsa) dayanabilme görüntüsüne bürünebilmesi sayesinde ancak bir parça “ümit” taşıması ile mümkün kılıyor. Huntington’ın “medeniyetler çatışması aslında din ve kültürler çatışmasıdır”ı konuyu bir iman-küfür çatışmasına getiriyorsa bu medeniyetle-deniyet çatışması olabilir ancak; Hıristiyanlık-Müslümanlık ya da Yahudilik-Müslümanlık değil. Kültürler çatışması ise zaten kültür denilen şeyin çatışma için üretilmiş olmasındandır. Arada kalma durumunun insanları idare etmek için gerekli ortamı hazırlaması buna çalışmaya sebep verebilir. Bediüzzaman’ın “zalimlerin satranç oyunları” dediği “siyasetler” böyle ortaya çıkıyor.

Bediüzzaman söz konusu arada kalma durumunu (deizm, ateizm hatta nihilizm bu sınıftadır) “adem-i kabul” olarak tanımlıyor: “Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise; o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir. Bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.” (Sözler) 

Burada bir nokta da; mü’minlerin bazen küfrün tuzaklarına takılıp onların görüntüleri içinde istemeden yer alabilmeleridir. Kü- für bunu “kurgu”layarak genelleştirip din adına hüküm gibi kullanıyor. İşte günümüzün med- yası... Şeriati de sözünü “Küfür tek millettir” emri İlâhî’sinden yola çıkarak söylüyor olmalı. 

Burada en önemli iki araç “kelime” ve “görüntü”. Bu durum medya, bilişim ve etkileşim kelimeleriyle kültür vasıtasıyla neredeyse her ortama girebilecek bir yeteneği yüklenebiliyor. Bediüzzaman’ın Harb-i Umumîlerin asıl sebebi olarak gördüğü bu “keli- meler”dir. Zaferden sonra yeni devletin merkezi olan Ankara’da çalışan gizli bir komitenin “kelimeler”le yaptıkları karşısında Tabiat Risalesi’ni gündeme getirmişti. Buradaki hitap “insanlığa” idi; yani bir medeniyet tavrıydı: “Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:

Birincisi: 

“Evcedethü’l-esbab” Yani, “Esbab bu şey’i icad ediyor.”

İkincisi: 

“Teşekkelebinefsihi” Yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.” 

Üçüncüsü: 

“İktezathü’t-tabiat” Yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.” (Lemalar) şeklinde bir uyarıydı.

Asghar da “restorasyon”u çare görüyor: “İslâm’ın rönesansı geldiğinde bütün dini ayağa kaldıracak, onu parçalarına ayırıp bütün kirlerini temizleyip sonra tekrar birleştirecektir. Günümüz olaylarına bakarsak bu kolay bir şey değil, ancak hiçbir şey imkânsız değildir. Bunu başarmak için gereken tek şey, İslâm dünyasının birliği ve İslâmın seçkin âlimlerine geri dönmektir. Bu temizlemeyle, bozulmalar tamir edilecek.”

Zygmunt Baumann, şu sonuca vardım şahsen diyor: “Aslında tarihsel gelişim çizgisi düz değildir, doğrusal bir yol değildir. Gelişim doğrusal değildir; gelişim sarkaç gibidir.”

Bediüzzaman da aynı görüşteydi: “Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.” (Tarihçe-i Hayat) 

Okunma Sayısı: 3824
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Çelebice

    5.4.2018 23:27:38

    Ortaçağ denilen dönemde islam Nur iken Avrupa Zulmet içindeydi. Avrupa zulmeti içinden islam bir Reşha gibi parlıyordu.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı