"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Muhakematın taşıdığı şifreler Medreset’üz Zehra ruhunu da ifşa edecektir

Caner KUTLU
28 Eylül 2017, Perşembe
Öğretmeni yenen “talebe!” -7-

Bediüzzaman’ın beklentisi ismin okul ya da kurumlara verilmesi değildi. Abdülhamid de kendisine bir miktar hediye ve maaş vererek “proje”yi ödüllendirmeyi yeterli görmüştü. Halbuki Medresetü’z Zehra ile beklenen bir zihin üretimi ve bir medeniyet inşasıydı; bu ise siyaset canibinde deha ile delilik arası bir şey olarak görülür çoğunlukla... Çünkü siyaset san’atı basit düşünür. (Bediüzzaman’ın söylediği: “Zira bir fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez”. (Muhakemat) Yani Platon’un istediği gibi, “Dünyayı felsefeciler yönetse daha iyi olur” değil. Bu bağlamda Üstad’ın dediğinin tersi de doğrudur; siyasetçiden de pek ilim adamı olmaz. Siyaset san’attır, ilmi başkadır. San’atkâr basit düşünür basitleştirerek uygular.) Zaman değişse de bu değişmez. Türkiye’deki eğitim serüveni de Tanzimattan beri değişim adına teoriden çok asıl uygulamada kendini değiştiremedi. Cumhuriyet süreci örneğin yeni bir Rönesans üzerine çokça çalıştı. 

İlber Ortaylı İslâm âlemindeki (“tahsile gitmişler!” durumunu) şöyle özetliyor: “19’uncu asırdan beri devam eden eğitim yeniliklerini öbür halklar içinde en yoğun gayretle Rusya Müslümanları götürüyordu. Ortadoğu yeni bir döneme girmişti. Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı insan tipi, bambaşka bir kimlikle ve Siyonist yerleşmelerle Ortadoğu’nun hayatına dahil olmuştu.

Yıkımın hemen ortasında ortaya çıkanlar tabiî ki Türk komutanlarıydı; bir yandan da felâketli harp yılları ve 19’uncu yüzyıl sonunda kökleşmeye başlayan eğitim reformları devamlı yeni ürünler veriyordu. 1920’lerin ve 30’ların ortaya çıkardığı genç kuşak aydınlar, felâketli dünyanın yangınlarının yüz verdiği ateş çiçekleridir.”

Aslında devlet-i âliyedeki her yükseliş aynı zamanda yeni bir “Türk Rönesansı” denemesiydi. Orhan Gazi’nin, Sultan Murad’ın oğlu Yıldırım’ın denediği, Çelebi Mehmet’in İran açılımı bir yeniden kuruluş, Fatih’in Roma ideali ile yaptığı gibi, Kanunî’nin gerçek bir imparatorluk inşası gibi... Halil İnalcık “Has Bağçede” kitabında Lâle Devri’ni de Osmanlı’nın Rönesans’ı olarak kabul eder. Abdülhamid’le başlayan, “modern” döneme bağımlı yeni dünyaya yerleşme projesinin ilk sonuçlarından olarak İttihad ve Terakki’nin millî ve giderek faşist bir yapıya evrilmesidir. Bunun uzantısı çoğunlukla İttihad ve Terakki’nin “muzır kısmı” diye tanımlanan bir ekiptir. Buradan da yeni Türk Rönesans’ı olarak başlayıp son tahlilde başarısız bir “İnkılâp tarihi” yazılacaktı.

Şerif Mardin bütün bunlar arasında “Said Nursî Olayı”nı, İslâmlığın, bir çeşit, yeni şartlar içinde nasıl etkili bir şekilde devam edebileceğinin macerası gibi geldi bana,” diye tanıtıyor: “Yani Said Nursî’de bir dereceye kadar bir modernlik görmeye başladım. O zaman Said Nursî’nin yaptığının sosyologlar tarafından daha geniş bir çerçeve içinde değerlendirilip değerlendirilmediğini, yani bu olayın bir dünya hadisesi olup olmadığını araştırmaya başladım.” Bu aşamada Abdülhamid modernleşmesi ile farklarını da incelemek gerekecekti(r). 

Mardin’in ilk ulaştığı sonuç: 

“Ayakta durmak için her topluluk bir şeye itimat etmek zorundadır. Bir söyleme, bir ideolojiye, bir merkezi inanç sistemine itimat etmesi lâzımdır. Ama o merkezi sisteme itimat etme kabaca iki yoldan olabilir.

Birincisi, empoze edilmiş olan fikirlerin kabulü şeklinde olabilir. Modernleşmeyle birlikte, çeşitli sebeplerden dolayı, tek bir yerden gelen bir mesajı bir yol gösterici olarak kullanmak artık çok zor hale geliyor. O zaman süreç ve söylem, eskisine nazaran daha çok önem kazanmaya başlıyor. Şahısların emirlere itaat etmeleri artık çok zor oluyor, çünkü modern dünyada insanın gidebileceği yolların sayısı da artmış bulunuyor.

Bu yollardan birinin seçimini, yalnız emirle meydana getirmek mümkün değil, o emrin gittikçe zenginleşen bir şerhiyle ikinci bir yol açılabilir. Bu açıdan Said Nursî’nin yaptığını bir şerh ve yorum çalışması olarak gördüm. Belirli İslâmî kuralları, onları yalnız çıplak birer emir olarak değil de, içlerinden değişik istikametler çıkartılabilen zengin bir bileşim olarak gördüğünü anladım.”

O halde, Bediüzzaman’ın (“emr”in) kaynağını “sohbet-i Nebevî”den alan hakikî “aydınlanma” hedefi ve metodunu şu metin açıklayabilir: 

“İşaret ve irşad ve tenbih: 

Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve muvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da “Mukaddemat-ı isna aşer”den müntehabatını dâvet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte: Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telâhuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler... Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?

İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zamanın olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ Asr-ı Saadet olan adaya çık. 

İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki: Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: O şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlâhiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev’-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.” (Muhakemat)

Bu metnin deşifresi aynı zamanda taşıdığı Medreset’üz Zehra ruhunu da ifşa edecektir. 

Okunma Sayısı: 4064
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı