"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Öğretmeni yenen “talebe!” - 1

Caner KUTLU
13 Nisan 2017, Perşembe
Cumhuriyet elitinin özgürlük anlayışı, kendi fikrinin kültürel yaklaşım olarak mutlaklaşması ile, “karşı”nın bunu bozacak bir ortaya çıkışının olmadığı bir yaklaşımdır.

Bu sebeple baskıcı ve hatta faşizandır. Türkiye solu da bu temelden yükselmiştir. Bu onların fikir ve san’atını büyük ölçüde etkilemiştir. (Meselâ; “İkinci Yeni” daha apolitik görünse de; toplumcu, şiirsel ve derin eleştiri.. Aslında, yine de politiktir.) Cumhuriyet “İslâmcılık”ı ise, nedendir bilinmez, bu kaynağı uzaktan izler ve “taklid” etmek ister konumunu bırakamamıştır. Bunu da birbirlerinin alanlarına giriş çıkışlardan kaynaklandığı düşünülebilir. 

Ümmet millet farkı İslâmcılıkla ilgili bir yeni yaklaşım görülse de başlangıcı daha eskidir. Afgani’nin “milleti! milleti!” demesindeki mantığı, “Türkler önce Türklük şuuru kazanıp böylece İslâm’ın bayrağı altında diğer milletlerle birleşmesi”, Müslümanların halifeliğin ilgası sonrası döneminde “ümmet” kavramı “millet” olarak devam etmelidir, şekline geldi. Hatta, bu ölçek Anadolu coğrafyası ile sınırlı bir “ulus”a indirgenecektir. 

Şu halde, akla gelecek, Anadolu’daki Hitit, Lidya, Bizans ve bunların arkeolojik değerlerini de içeri almak demektir. Bizantizm araştırmaları pek çok Anadolu geleneğindeki (Anadolu’da misafirlere sunulmak üzere horoz kesmenin sağlık, mutluluk işareti olarak görülmesi gibi.. Ayrıca hamam kültürü de Bizans kaynaklı kabul edilir) yansımaları çoğaltarak bir farkındalığa dönüştürmeyi gerektirecektir. Antik Yunan medeniyetinden Roma kalıntılarına kadar, tiyatro ve tapınakların yeniden güncellenmesi ile bir Anadoluluk bilinci ile medeniyet üretilebilir mi? Su yollarının, tatlı su kaynaklarının ve sıcak su akıntılarının antik mirası bizi ne kadar kültürel varis yapar ve bunun “Anadolu rönesansı”nı başlatacak ana unsurlardan olması ne kadar gereklidir? Cumhuriyet elitinin yıllardır buradan çalıştığı bilindiğinde, inancın da arkeolojik bir değer olarak yeniden tanımlandığını görüyorduk. Burada, fen ve san’atın antikitedeki temelini Anadolu topraklarında bulması zor olmasa gerekti. Türkiye’deki sol düşünce ve taklitçisi yönelimler için bu “yerel” ve “millî” bir yol olarak tanımlanabilecektir. Buna pek çok yeni motifler (Türklük, Kürtlük, Müslümanlık, Osmanlılık, Avrupalılık gibi) eklenerek birbirine karışık bir “kültür algısı” üretilebilecektir. İslâmcılık bu dile takılırsa ve kullanırsa ortaya ne çıkar?

20. asrın başında, fen bilimleri ile dinin esasları, milliyetle İslâm birleştirilecek ve bir “rönesans” gerçekleşecekti. Abdülhamid’in de projesi buydu. Netice “tevhid-i efkâr” ve “ittihad-ı İslâm”da buluşacaktı. Ancak bilimin üretilmesi ile milliyetin uyanışı sırasında yaşanan sorunlar ilerideki birleşmelerin gerçekleşmesini de geciktirdi. Cumhuriyetin ilk dönemi “rönesansı” iddiası ile çağdaş Anadolu kültüründeki bozulma ve çürüme, neticesinde çatışmayı getirdi. 

Bediüzzaman bir karışım ve kargaşa değil füzyon peşindeydi. Yani her bileşen ağırlıklarını atıp Kur’ân etrafında birleşerek yerine büyük bir enerji ortaya çıkaracaktı. Bu evrensel ve büyük enerjidir ki İslâmiyet Güneşi ifadesi (Hitit güneşini çok aşan bir ışımayla) Anadolu’da gerçekleşir. Meşhur Ararat üzerinde parıldayan yıldızların etrafa dağıttığı parçalar böylece ahirete ulaştıracak füzyon mekânlarıdır. 

Meselâ Kastamonu’dan Bediüzzaman Şaban-ı Veli’nin mânevî mirasçılarını buldu, çıkardı; Âyet’ül Kübra ile müthiş bir “kâinattan Hâlık’ ını soran seyyah” olarak yıldızlara ulaştı. Aynı yerden Rıfat Ilgaz Hababam Sınıfı’nı ve maalesef “İnek Şaban” karakterini çıkardı. Bediüzzaman oradaki talebelerine “Isparta kahramanları”ndan, onlara arkadaş olabilmenin erdemlerinden bahsediyordu. Buradaki kahramanlar şüphe yok ki hakikat kahramanlarıydı; efsane ve bâtıl inançların savaşçıları değil imanlarını kurtarma derdinde arayıcılardı. 

Bir talebesinin şu mektubu bunu gösteriyor:

“Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zâtın” kerametkârane “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” feryadını “Cenâb-ı Hak duâsını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş”. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Bediüzzaman da kendini Ispartalı görüyordu; bir anlamda doğruydu, çünkü, İlk Yunan muhacirleri Anadolu’ya çıktıkları zaman buranın güzelliğini işitmişler ve Isparta anlamına olarak (İs-Barid) demişlerdi. Bu kelime zamanla (Sparta - Isparta) şeklini almıştı. Şöyle diyordu Üstad: Evet, ben üç cihetle Isparta’lıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum, fakat kanaatim var ki; İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş. (Şuâlar) 

Katolik Krallar İspanya’da saray yaptırıyor ve bunu Müslüman mimarlardan istiyorlardı. Çünkü zamanın en iyileri Müslümanlardı. Medeniyet bir ortaklık işidir. Dindaşlarla ittihad, ehl-i dinle ittifak... Kürt milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği İttihad-ı İslâm’a bir yol mudur, engel midir? Son dönemlerinde yoğunlaşmış bir söylem.. bir İslâmcılık anlayışını da üretebilir mi? Bediüzzaman cevabını çok önceden vermiştir:

31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de dedim ki:

“Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.”  (Tarihçe-i Hayat) 

Maddî saltanat kadar manevî saltanata da karşı olmaktır talebelik. En büyük istibdat ilmî ve mânevî istibdattır ki firka-i dâlleye sebep olmuştur. Bediüzzaman talebedir. Üstad “ders arkadaşı”dır. Bu anlamda (iddia edildiği gibi) bir “kült”e kesinlikle dönüşmemiştir. “Medeniyetinizden istifa ediyorum” kültürü red olsa da ve fakat başka bir kültür üretmek değil fıtrata, asla; yani asra dönmekten ibarettir. Anadolu bunun için cevherdir. Kişi kültü devamında ancak taklidlerini getirir ve her biri yeni bir külttür. Bunun devamı yoktur... Bediüzzaman’dan bir “kişi kültü” çıkmaz. Mehdilik tartışmalarından da hep uzaktır. “O ne derse o” diye bir kabul şekli talebelerinde yoktur. Önce mihenge vurur, sonra alır ya da elini öper geri gönderir. Hatta Abdülkadir Geylani, ki üstadlarındandır, gelse de bu süreç aynıdır. 

Kastamonu’da bunu örnek verirken bir şey daha söyler Bediüzzaman:    

“İşte bu dakik sırrı, senin Isparta’lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (Kastamonu Lâhikası)

Risale-i Nur hareketi nevzuhur köksüz bir hareket değil; Ehl-i beytin yüksek bir geleneğinin taşıyıcısıdır. Kişi kültü üzerinden bir iman ve Kur’ân hizmetleri İslâm tarihinde başarısız kalmıştır. 

Bediüzzaman’ın nazarları (halen de) ısrarla kendinden uzak tutup Risale-i Nur’u öne çıkarması bu kült olabilme ihtimalinden duyduğu endişe sebebiyledir: 

Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-i imaniyedir. (Emirdağ-2) 

Prof. Şerif Mardin, (Anadolu’da) cumhuriyeti temsil eden öğretmenin cami, imam ve esnaftan oluşan ’mahalle’ye karşı kaybettini söylemişti:

“1950’den beri bu rekabette cumhuriyetçi ve halkçı öğretmen geride kaldı. İmamla rekabetinde öğretmen topluma iyi, güzel ve doğruyu eski sistem kadar iyi gösteremedi. Oysa Avrupa’da modern cumhuriyetlerde ’İyi, güzel ve doğru olan’ hakkında çok araştırmalar yapıldı. Bizde bu kadar derin araştırmalar yok. Bu sebepten biz cumhuriyetimizi bakma ve görme üzerine kurduk.”

Bediüzzaman tam da bunu, Kastamonu’da yanına gelen gençlerden, muhtemelen “lisan-ı halleri” ile aldığı mesajı büyük bir felsefî problem olarak soruya dönüştürüp, kolaylıkla bir cevaba ulaştırmıştı.. bu tecrübe gösteriyor ki, yeni tarihte “halkı temsil eden” yeni kahramanlar olarak “talebeler” öğretmeni gerçekten yenmiştir.

Okunma Sayısı: 3884
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • İ. Seyda

    13.4.2017 21:58:13

    Talep eden talebe olmak ne güzel şeymiş böyle?

  • Aşkın Doğan

    13.4.2017 13:33:43

    "Anadolu ve Rumeli'nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler..." İfadelerinde Medeniyeti Kadime ; Ağrının Ararat,Bakırköyün Mekriköy olduğu Urartuların ve Romalıların Osmanlı Dil felsefesiyle zihinlerde uyanıştır İnşallah.Yani Risale-i Nurmuş,Medeniyeti Kadime değilmiş.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı