"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Özgürlük harekettedir

Caner KUTLU
24 Ocak 2017, Salı
Özgürlük belli noktada sabitlenecek birşey değil, hareketlidir. Martin Lings “Hz. Muhammed’in Hayatı”nda (asm) Arabistan’da erkek çocukların çöle gönderilmesi geleneğinden bahsederken şöyle bir yorum yapar:

“Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyor denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak geçmiş zamanı silebiliyordu; zamanı ve henüz belirmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu her şeyi çürütüyor ve   -dün, bugün, yarını- zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada herşey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu.

“Bu nedenle çölle bağlantı her nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf Arapça, ruh için özgürlük...”

Papa Franciscus, ilk olarak geçen yıl dile getirdiği, “Biz, parça parça üçüncü dünya savaşındayız” sözünü tekrarlamakla gelecekle ilgili dünyasında söyleyecek yeni birşey olmadığını gösteriyor. 

Cengiz Çandar ise, bir söyleşisinde,  Suriye’de “vekalet yolu ile küçük ölçekte bir ‘dünya savaşı’ yaşandığını kabul ediyor, bunun tıpkı Avrupa tarihinin ‘Otuz Yıl Savaşları’ gibi uzun süreceğini, ufukta bir ‘Ortadoğu West-phalia’sı’ (Bazı tarihçiler tarafından modern çağın başlangıcı olarak gösterilen, uluslararası sistemin kuruluş antlaşması kabul edilir) görünmediğini ve mülteci dalgalarının önlenemeyeceğini, Roma İmparatorluğu’na yönelik Vizigot, Ostrogot dalgalarıyla Avrupa, tarihte, nasıl kimlik ve yapı değiştirmişse, gelecekte de benzer durumu Ortadoğu üzerinden yaşayacağını” söylüyordu.

Çandar, bir gelecek algısı olarak:

Yahudilerin Avusturya tarihinde oynadığı parlak rolü, belki de gelecekte şu anda tüm ayırımcılığın ve “fobiler”in hedefinde olan “Müslümanlar”ın oynayabileceğini de Avrupa’lılara hatırlatıyor. 

Elbette Müslümanlarla Yahudilerin tarihte Avrupa’ya ilk gelişlerinde de fark var. Bununla ilgili Musevî Âlimlerinden Emanoil Düeş, Risalelerde  alıntılanan (Nur Çeşmesi) bir makalesinde şöyle diyor: 

“Kur’an... Bu, o kitabdır ki, onunla Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur’an yardımıyla Avrupa’ya irfan meş’alesini taşımışlardır.”

O dönemde Avrupa’nın kuzeyine kadar giden Müslüman gezginler Avrupa’lıları, biraz da küçümseyerek, medeniyetten uzak barbarlar olarak nitelendirmişlerdi. Çünkü o zaman medeniyet taşıyıcısı olan Müslümanlardı.

Düeş, bu yüzden: “Filhakika Müslümanlar Garblılara ve Şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır” diyecektir.

Bugün ise, Müslümanlar mülteci olarak (modern dönemde işçi veya yine sığınmacı) Avrupa’ya tekrar geliyorlar. Bunun fikir olarak ne taşıyacağı bu kez yine tartışılıyor. Bu Müslümanlar o Müslümanlar mı? Peki, bizde (şehirde) durum ne?

Hasan Bülent Kahraman: “Muhafazakâr çevre, sol aydına benzer bir organik aydın üretmeye çalışıyor, fakat başaramıyor” diye yazmıştı.

Hilmi Yavuz ise, “İslam, başından beri akait veya şeriat içinde ele alındığı için, onun dışında başka bağımsız bir estetik alan inşa etme kaygıları olmamış” derken ne kadar haklı, ne kadar haksızdır? Kendisi başka bir röportajında (muhtemelen aynı bakış açısıyla) Bediüzzaman’dan da bir estetik anlayış çıkarılamayacağını düşünüyordu. 

Alaaddin Karaca da (muhafazakâr taraftan) geleceğe yönelik bir durum tespiti olarak söylediği: “Bizimki de sadece bir “medeniyet-i muhayyel” edebiyatı!” derken bunun bir tasavvur bile değil, sadece hayal ve ilham perisinin kanatlarındaki bir algı olduğu için bizi götüreceği sadece mübalağa ile iştigal olabilir. Belki de zihin karmaşamızın sebebi buradadır. O zaman Papa’nın ifadelerini böyle mi karşılayacağız? (Sadece “savaşa hayır” demek midir?)

Bediüzzaman’ın mümtaz talebesi Feyzi Efendi (Kastamonu’lu) şöyle der: “Gözü kapalı bir davanın içinde bulunmak insanı basiretsizliğe bir nevi âma-i tefekküre sevkediyor.”

Bunun için başta kime (ve ne için) hizmet ettiğini iyi bilmek gerekir. Aynı zamanda, sertleşmekten (fikri aşırı somutlaştırma sebebiyle) ve kimliksizlikten (fikrin aşırı soyutlanmasından) kurtulmak için gözlerini açmalı ‘âma-i tefekkür’ fikir körleşmesi yaşamamalıdır”. İşte Cemil Meriç’in Tanzimattan beridir aydınımızın çırpındığını söylediği lanet çemberi!

“Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir,” diyor Bediüzzaman: “Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. (Cismaniyetin çoğaltılması). Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. (Fikrin ve imanın inşası cismaniyettedir). Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.”

 Fikir ayrılıklarına karşı “tevhid-i efkâr”. Bunun için en büyük kuvvet (her zaman olduğu gibi) iman ve şeriatın hükümleridir. Çünkü: “Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.”

İslamın ve şeriatın medeniyet tesisi için hareketi verecek saik de (nebevî miras olarak) yine geçerlidir: Hür olmak. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de.” (Hutbe-i Şamiye)

Bu demek ki, Müslümanlar için iki yol görünüyor (Mustafa Kutlu’dan ödünç alarak söylersek): “Ya tahammül (şehirde) ya sefer (çölde)”. Belki de her ikisi: hem tahammül, hem sefer. 

Bediüzzaman da şöyle söylememiş miydi? “Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür”.- Sözler - 

Okunma Sayısı: 2471
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı