"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Zikir, imanı tecdid eder

Caner KUTLU
17 Ocak 2019, Perşembe
Bediüzzaman için aklın makamı olan tasdik ve dinin iltizamı arasındaki doğru ilişkiler bağını kurmak eğitimin kritik bir problemidir. Önce tesbit ve ardından hemen çözümü harekete geçirmek zihin bunalımını bertaraf ederek “talebenin himmeti pervaz eder”.

Modern felsefenin babası Descartes’in “Fıtrî/Tabiî Işıkla Hakikatin Araştırılması” başlıklı metninde şöyle bir konuşma geçiyor: “Şüphe ediyorum, öyleyse varım” veya aynı anlama gelen “düşünüyorum, öyleyse varım” muhakemesinin doğruluğuna kesin kanaat getirmeden önce, “şüphe”nin, “düşünce” ve “var olma”nın ne olduğunu bilme hususunda sizinle hemfikirim Epistémon. Ama bunu bilmek için “yakın cins” ile “türsel ayrım”ı bulmak (Aristoteles’in tanım anlayışı: “ağyârını mâni, etrâfına cami” olması yani benzerleri bir araya toplayıp benzemeyen şeyleri de dışarıda bırakarak yapılır. Bediüzzaman tanım anlayışını ifade ederken Descartes’e de atıf yapıyor. Şöyle:  “Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebeb; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca’ ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya hadd ya resim ile olur. Yoksa vâzıı cahil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i camid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi...” (Sünuhat) ve onlardan kurala uygun bir tanım oluşturmak gereğine sabitlenerek zihnimizi zorlamanın ve işkence çekmenin de bir âlemi yok.” Descartes tıpkı Bediüzzaman gibi dahası diyor, tanımlamak isterken daha karanlık bir hale getirdiğimiz şeyler de çoktur; aslında pek basit ve seçik olduklarından, onları kendi başlarına bulundukları hallerinden farklı bir surette daha iyi bilemeyiz ve anlayamayız.  Ayrıca, Descartes’e göre de, bilimlerde yapılan başlıca hatalar arasında anılması gereken bir hata daha vardır: Bu da, insanın kavramakla yetinmesi gereken şeyleri tanımlamaya yeltenen kimselerin ve de açık şeyleri karanlık şeylerden, bilinmek için tanımlanmaya muhtaç ve lâyık olan şeyleri de olduğu haliyle çok iyi bilinebilen şeylerden ayırt edemeyen kimselerin hatasıdır. 

Dücane Cündioğlu bir konuşmasında şöyle bir karşılaştırma yapıyordu: Düşünce akla dayanır, inanç muhayyileye. Düşünce kanıta (tutarlılığa) ihtiyaç duyar, inanç duymaz. Düşünce önerir, inanç emreder.

Cündioğlu’nun bahsettiği inançlar için bu doğrudur. İnsan için yenilenmeyen inanç “kötülük” üretir. Bu imanın temel esasları için dahi böyledir. Yani, Efendimizin (asm) verdiği misalde olduğu gibi, elbiseleriniz eskidiği gibi imanınız da eskir. Temizlemenin ve yenilemenin yolu köke dönmektir; zikir, olmadan fikir olmaz. Başta zikir imanı yeniler, ardından fikir gelir; şükür ise sonuçtur, meyvedir. Meyvesiz zikir, fikir de boştur. (Çünkü burada elma yer, nimeti düşünür, elhamdülillah dersin ki; Cennette “elhamdülillah” yersin.) Bediüzzaman’ın “dimağda meratip var” dediği aşamalar (Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir, Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. (Sözler) itikad olgunluğuna hayalden başlayan inanç (bunlar önkabullerdir) birikimlerinin akıl, kalp, vicdan, ruh gereçlerinin kullanılmasıyla ulaşılabilecek marifete ihtiyaç duyar. Eğitimin burada da üç kurumu iş birliği yapmalıdır; aklın kurumu mektep, dinin ilimlerini verecek medrese ve kalbin imtizacı için tekke. 

Bediüzzaman kalbin (tekke) iki yüksek kurumu ile ilgili şöyle bir tanımlama yapıyor:

Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sayesinde, ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kàdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını târumâr etmişlerdir. (Mesnevî-i Nuriye)

Bediüzzaman için aklın makamı olan tasdik ve dinin iltizamı arasındaki doğru ilişkiler bağını kurmak eğitimin kritik bir problemidir. Önce tesbit ve ardından hemen çözümü harekete geçirmek zihin bunalımını bertaraf ederek “talebenin himmeti pervaz eder”.

Bediüzzaman çift kanatlı Medresetüzzehra eğitiminin kurumsal olarak nasıl inşa edileceğini de üç aşamada açıklıyor: 

1. Aşamada: Taksimü’l-a’mal kaidesini bitamamiha tatbik etmek.. tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

2. Aşamada: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekatib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntic kılmak, akîm bırakmamaktır.

3. Aşamada: Dârü’l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezcetmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebadül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. (Münâzarât) 

Okul değil medrese ismi kökle ilgili bir anlamı vardır. Platon ya da Aristo felsefî okulu yerine kaynağını medreseden alan düşünce ve Descartes’ı çok aşan bir “modern sonrası” anlayışı İslâmın kavramlarını yeniden medeniyet âlemine taşımak içindir. Me’mun dönemini geri sarıp bir düzeltmeyle (Bediüzzaman buna “saykal vurmak” diyor) süreci yeniden başlatmaktır. Okul değil medrese, öğretmen yerine “olsa olsa bir üstadlık”, öğrenci yerine talebe, öğrenmeden öte marifet, bilgiden ziyade yakîn, bilmek değil eleştirel düşünmek; eğitim yöntemi olarak mana-i harfi mana-i ismî ilişkilerini doğru inşa etmek, otomasyon değil meleke kesbetmek, kültür değil fıtrat, roman değil hikmet, sorunu teşhir değil çözümü bulmak, bakışta parçalayıcı ayrıntı değil “vahdaniyet içinde ehadiyet” bütünde ontolojik konumu inşa, centilmen değil ihlâslı mü’min, şüphe değil iman, taassub değil eleştirel düşünebilme v.s. 

Suya bırakılan şeker gibi, buz parçasının eridiği havz-ı ekber gibi, koyunun verdiği süt gibi, balığın yüzdüğü deniz suyu, kuşun kanat çırptığı hava gibi... Ömer Muhtar’ın öğüdündeki: “Çocuklarınıza süt ile birlikte Kur’ân-ı Kerîm’den öğütler verin. Boyları büyürken kalpleri ve imanları da büyüsün” gibi...

Okunma Sayısı: 3039
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Mustafa

    17.1.2019 10:28:25

    Caner kardeşim çok istifade ediyoruz teşekkürler

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı