Ankara’nın ardı kesilmeyen AB sürecini bütünüyle bitirme restlerine karşı, Avrupa Parlamentosu’nun (AP) “Türkiye’nin üyelik müzâkerelerini dondurma” kararına verilen çelişkili tepkiler, bir dizi istifhama yol açıyor.
Gerçek şu ki, AB, Türkiye’nin Müslümanlığını değil, hukukun üstünlüğünün bir tarafa bırakılmasını, âdil yargılamanın berhava edilmesini demokratik reformların akamete uğratılmasını eleştiriyor.
Özellikle 15 Temmuz “darbe girişimi”nden sonra hukuka aykırı olarak on binlerin tutuklanmasına, yüz binlerce kamu görevlisinin mesleklerinde ihracına itiraz ediyor.
Son dönemde firmalara, fabrikalara kayyım atanıp işyerlerine el konulup tasfiyesini, sivil toplum örgütlerinin kapısına mühür vurulmasıyla muhalefetin susturulmasını sorguluyor. Türkiye’nin AB’ye taahhüd ettiği demokrasi ve hukuk reformlarında ilerlemesi bir yana, tam tersine geri adım atmasına dikkat çekiliyor. Bunun içindir ki, AB tarihinde ilk kez AP’de bütün grupların katılımıyla müzâkeresi devam eden bir ülke ile müzâkerelerin rafa kaldırılması ağır kararı alınıyor…
NATO VE ŞİÖ ÇELİŞKİLERİ
Aslında, Cumhurbaşkanı’nın ve aynı çıkışları tekrarlayan Dışişleri Bakanıyla AB Bakanı’nın, “AB üyeliği tek seçenek değil; AB’den ayrılalım, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) girelim, askıya alma kararının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur” restlerine mukabil, diplomatların, askerî ağırlıklı ŞİÖ’nun AB’nin alternatifi olmadığı, NATO’nun karşılığı olduğu, “Türkiye ŞİÖ’ye katılıyorsa önce NATO’dan çıkması” gerektiği; ŞİÖ’nun AB’ye tehdit” olarak ileri sürülmesi karşısında AB mercilerin Türkiye’ye “Güle güle!” diyeceklerinin açıklanması üzerine Ankara’nın verdiği farklı tepkiler, siyasî iktidarın kafa karışıklığını açığa çıkarıyor.
Genelkurmay Başkanı’nın NATO Parlamenterler Asamblesi Savunma ve Güvenlik Komitesi'nde “NATO’nun güvenliğin sağlanması sürecinin devam ettiği”ni vurgulayıp “NATO’ya bağlılığı” yinelemenin akabinde, AP’ye “Topunuz ‘evet’ deseniz ne yazar! Daha ileri gitseniz sınır kapıları açılır!” tehdidini savuran Cumhurbaşkanı’nın dış basında “Soğuk Savaştan bu yana NATO’nun vazgeçilmez bir parçası haline gelen Türkiye’nin dünya çapında askerî ve siyasî desteği sürecek” övgüleri çarpıklığın ilk örneği.
Nitekim, Başbakan’ın, "ŞİÖ, AB’nin alternatifi olarak görülmemeli. Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle diğer ülkelerle de ilişkilerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bu bir tehdit değil. İlişkilerimizi hem siyasi hem de ekonomik olarak geliştirmemiz gerekiyor. Yoksa AB olmazsa ŞİÖ olur’ gibi bir zorunlu tercih peşinde değiliz” sözleri bunun ifâdesi.
Bütün bu çelişkiler ortasında görünen o ki, Başbakan olarak gittiği 17 Aralık 2004’teki AB toplantısında üyelik müzâkerelerine başlanması üzerine gündüz Kızılay meydanında hava fişeklerin atılmasıyla kutlanan ve “Türkiye’yi AB’ye taşıyan lider” olarak karşılanan Erdoğan, son kertede Cumhurbaşkanı olarak “Türkiye’yi AB’den koparan lider” olarak anılmak istemiyor…
MAKSAT, AİHM’DEN SIYIRMAK MI?
Peki, siyasî iktidar niçin inadına ve ısrarla AB’den kopma peşinde; niçin sürekli AB’yle kavga çıkarıyor? Neden Türkiye’nin yarım asrı aşkındır emek verdiği AB’den çıkmak için içteki ve dıştaki AB karşıtlarının ellerine kozlar veriliyor?
Bu konuda içte ve dışta birçok yorum yapılıyor. Ancak en çarpıcı olanı, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını yerine getirme yükümlülüğünden çıkması olduğu tesbiti.
Türkiye, insan hakları ve âdil yargılama hakkını ihlâlle son üç yılda 50 milyon Euro tazminat ödemiş. Belli ki AKP iktidarı, AİHM’in, yüz binlerce hukuksuz tutuklu ve ihraca vereceği cezâlardan sıyırmak, uluslararası hukuktan – yargıdan kurtulmak istiyor.
Ve hukuk ihlâllerinin bedelini ödememek uğruna garip bir biçimde AB’den çıkmaya çabalıyor! Ankara, demokrasi ve hukukun üstünlüğüyle biran evvel AB ile ilişkileri tâmir etmeli.