27 Mayıs’tan sonra tehditle çekilmeye mecbur edilen Adalet Partisi cumhurbaşkanı adayı merhum Ali Fuat Başgil’in, “Bir tek noktada toplanan kabına sığmaz bir güç, demokrasinin ve hukukun düşmanıdır” değerlendirmesi âdeta fiilen tahakkuk
ediyor.
Türkiye’de iktidar cânibinden her fırsatta “yargının bağımsızlığının sağlandığı” iddiası geliyor. Oysa “cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”nde yasamanın yanısıra yargının cumhurbaşkanına bağlanmasıyla yargı tamamen siyasî otoritenin emrine sokuldu.
Anayasa Mahkemesi’nin on beş üyesinden on ikisi ile yüksek yargı organları başkan ve üyelerinin büyük oranda bizzat cumhurbaşkanı tarafından atanması, yargı bürokrasisini atayan Hâkimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin dörtte birini doğrudan, geri kalanını ise bürokratlar arasından atama yetkisi, cumhurbaşkanını yargıda da mutlak otorite haline getirerek “hukuk devleti” zemini tahrip edildi.
Özellikle menhus 15 Temmuz Hâdisesi’nden sonra OHAL KHK’leriyle yargıda devam eden darbe davalarının dışında, sahte ihbarlarla, “gizli istihbarat raporları”yla, tek kelime savunmaları alınmadan yüzbinlerin kamu hizmetinden ihrâcı ve binlerce özel eğitim ve sağlık kurumunun kapatılması “yargının bağımsızlığı”na gölge düşürüyor.
“ADLÎ SİSTEM DIŞI TÂLİMATLAR”LA
Ve ne yazık ki, OHAL’ın sona ermesiyle bitmesi gereken mağduriyetler, AKP grubunun MHP’nin desteğiyle “OHAL’ı kalıcılaştıran”, “OHAL’sız OHAL yasaları”yla, Anayasanın hükmüyle vatandaşların haklarını aramaları için müracaat edecekleri Anayasa Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önüne bir “bariyer” olarak konulan “OHAL komisyonu”yla haksızlıkların ve mağduriyetlerin sürdürülmesi bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kaldırılıyor.
Bu arada hukuku ve yasaları geriye doğru işletip daha evvel suç olmayanı “suç” sayan, mahkemede tâkipsizlik ve beraat kararı alanların dahi işlerine iâde edilmemesiyle; onbinlerce vatandaşın tutukluluğuyla hukuksuzluk ve mağduriyetler devam ediyor. İdarî yargının eli kolu bağlanmış; iktidarın idarî işlemleri idarî yargı tarafından iptal edilemiyor.
Aslında Türkiye’de bilhassa 2010 referandumuyla zaten zâfiyette olan yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının büyük bir yara aldığına ve “yeni sistem”le OHAL sonrası tamamen tasfiye edildiğine dair içte ve dışta yapılan tesbitler vaziyeti ele veriyor.
Öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına karşı “uymayacağız!” restiyle yargının itibarı sıfırlanıyor. Vakıa şu ki, adalet eski bakanlarının, yüksek yargı temsilcilerinin “yargıya güvenin yüzde 70’lerden yüzde 30’lara indiği” yakınmalarıyla yargıya güven bütünüyle yok edilmiş.
Keza AKP’li Meclis eski Başkan’larının “Adalet saraylarını yaptık ama içini dolduramadık” hayıflanmasıyla, “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve tâlimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü esas alan “mahkemelerin bağımsızlığı”na dair “Anayasanın 138. maddesi ölmüştür” yakınması Türkiye’de hukukun üstünlüğünün bütünüyle dibe vurduğunun ikrarı.
ADÂLET DE ‘ŞAHS-I VÂHİD’İN CENDERESİNDE
Prof. Kemal Gözler’in, “Hukuk burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi. Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasal ve hukukî mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı hâline dönüştü. Hâkimler, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler hâline geldi. İktidarı sınırlandırmakla görevli organlardan birincisi olan Anayasa Mahkemesi, iktidarı sınırlandıran bir unsur değil, tersine onu tahkim eden bir unsur hâline dönüştü. Kısacası, hukuk, siyasetin ‘longa manus’u (siyasetin hukuka uzanmış eli) hâline geldi. Artık hukuk, siyaseti çerçevelendirmiyor; tersine siyasetin cenderesinde. Hâkimler ‘hukuk dışı faktörler’ altında” tesbiti, hukukun temel esaslarının çiğnendiği vartayı özetliyor. (Türk Anayasa Hukuk Sitesi, 7.12.18)
Hûlâsa, “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı”na dair mesnetsiz iddiaların aksine, demokrasilerin temel vasfı “kuvvetler ayrılığı”nın yerine “kuvvetler birliği”nin ikame edilmiş. 27 Mayıs’tan sonra tehditle çekilmeye mecbur edilen Adalet Partisi cumhurbaşkanı adayı merhum Ali Fuat Başgil’in, “Bir tek noktada toplanan kabına sığmaz bir güç, demokrasinin ve hukukun düşmanıdır” değerlendirmesi âdeta fiilen tahakkuk ediyor.
Bediüzzaman’ın “cumhuriyet ve demokrat mânâsı”nı tavsifiyle “Adâlet, meşveret (yasama) ve kanunda cem-i kuvvet (kuvvetin kanunda olması)”nın “bir şahs-ı vâhide (tek kişilik idâre)”ye teslimiyle, değerlendirmesiyle “tek kişilik rejim”in artık devleti taşıyamıyor; ve bundan en fazla demokrasiyle yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı darbeleniyor. (Divân-ı Harbi Örfî, 69, Sünûhat, 50-51; Münâzarât, 80)