Evvelâ, Kültür Bakanı’nın Meclis Plân ve Bütçe Komisyonu’nda, gelinen durumda “Bu kitaplar (Risaleler) basılmayacak.
Biz bu kanunu çıkarmasaydık bu eser ebediyen basılmayacaktı, böyle kalacaktı; biz bandrol vermeyecektik” sözleri, “bandrol yasağı”yla 54 senedir onlarca yayınevince basılan ve neşredilen Risalelerin Bakanlıkça aylardır basılamaz hale getirildiğinin garip itirafıydı.
Geçtiğimiz hafta önce Bakan, Anayasa Mahkemesi’nin, Risale-i Nur eserlerinin “devlet tekeli”ne alınması için değiştirilen Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesinin de içinde bulunduğu “yürütmenin durdurulması istemli iptal talepleri”ne dair müracaatının gündemine alındığının açıklanması üzerine Bakan’ın komisyonda alelacele Risaleleri Diyanet’e devredeceklerini söyledi. Ardından Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenmeden Risalelerin “devlet eli”yle basım ve dağıtım haklarını Diyanete devretmeye dair hakkı ve hukuku gasbeden tamamen keyfî kararnâmeyi Bakanlar Kurulu’nda görüşülmeden, müzâkere edilmeden, kamuoyunda tartışılmadan apar topar imzaya açmakla başka bir hukuksuzluğa tevessül ettiği haberi çıktı.
Peşinden de, önceki gün Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü, “Dün bir kararnâme çıkardık. İlk imzayı ben attım. Bediüzzaman’ın -130 parça- bütün eserleri, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılması, dağıtılması, okunması, okutturulması konusunu yetkili kıldı” dedi. Bununla da kalınmadı; “Bu eserlerin basım hakkının, ‘Bediüzzaman’ın isteğiyle’ Diyanet’e verildiğini iddiasında bulundu. Kültür Bakanlığı’nın tepeden “bandrol yasağı”yla on aydır Risalelerin basım ve neşrinin engellendiğine bakmadan, “çıkarılan kararnâme ile Risale-i Nur’ların Diyanet tarafından basımı, dağıtımı ve okutturulmasının önünün açıldığı” demagojisi tekrarlandı. Zira Bediüzzaman, zamanında 7 ayrı yerde basılıp neşredilen Risalelere Diyanet’in de önce sahip çıkmasını, basmasını ister; bütün basım, yayım hakkının devlete/Diyanet’e verilmesini asla ifâde etmez. Böyle bir beyânı yoktur…
Risaleleri “devlet tekeli”ne alan kararnâmenin bugünkü Bakanlar Kurulu’nda ele alınıp alınmayacağını bilmiyoruz; ancak mâlûm eserlere “devlet tekeli” maddesinin Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenmeden eserlerin “devlet adına” Diyanet’e verileceği açıklamalar, ortaya konulan telâşlı tavır, siyasî iktidarın ne tür hukuksuz hesâplar içinde garabeti ele veriyor.
Ve “hükûmetin icraatı”nı işaa eden meddahların ifşaatıyla, tepeden antidemokratik tâlimatlarla “rey-i vahid”in (tek kişilik dayatmanın), Risaleleri “koruma” paravanında inadına “devletleştirme” ameliyesindeki antidemokratik, haksız ve hakikatsiz vaziyetini deşifre ediyor…
TESBİT
102 cami, 34 tarihî tekke ve medreseden söz etmiyor…
Yoğun gündemin hayhuyunda kayan gündemlerden biri de, Başbakan Davutoğlu’nun, Aksaray-Yenikapı metro hattı açılışında, İstanbul’un tarihî semtlerinde “1940’larda itibaren 1950’li yıllarda yerin üstünde ulaşım için yüzlerce mescit, külliye, o tarihî eserin yıkıldığı” sözleriydi.
Mâlum Demokrat Parti iktidarı, sözkonusu yolları, caddeleri İstanbul’un imarı ve trafiğinin rahatlatılması için mecbur kalınmıştı. Ve “Menderes, uçak pisti mi inşa ediyor” eleştirileri yapılmıştı.
620 metrelik, tek duraklık metroyla övünüp, doğudan batıya Türkiye’yi baştan başa bütün il ve ilçelerini birbirine bağlayan on binlerce kilometre karayolunu inşa eden 1950’lı yılları suçlayan Davutoğlu, “Elimizde bu yollar açılırken yıkılan camilerin, mescitlerin, külliyelerin, hamamların, kümbetlerin listesi var” dedi.
Ancak Başbakan AKP devrinde Fatih’te AKP’li Belediyenin rant uğruna 2005 yılında yayınlanan 1/1000 ölçekli imar planlarında envanter kayıtlara giren 102 cami, 34 tarihî tekke ve medrese, 20 hamam ve çeşmenin bulunduğu 156 tarihî eserin 2012 imar planından çıkarılmasına değinmedi. Başbakan, Marmaray arkeolojik çalışmalarında 50 bin parçanın çıkarıldığıyla övünüyor. Ancak aralarında Üçler Camii, Cuma Tekkesi, Çerağa Tekkesi, İmrahor Camii Medreseleri, Etyemez Tekkesi, Arpa Emini Mektebi, İnas Rüştiye Mektebi, Ayşe Hatun Tekkesi, Hamza Paşa Camii, Hacı Ferhat Camii, Kule Hamam, Küçük Kovacılar Hamamı gibi tarihî yapıların 2012 imar planından silinmesinden söz etmiyor. Meselâ, Fatih Belediyesi’nin 2012 imar planında, İstanbul’un fethine katılan Hacı Muhyiddin Efendi’nin türbesinin bulunduğu, akaryakıt istasyonunun bulunduğu Ekmekçi Muhyiddin Camii alanının yeni imar planında “ticaret alanı” olarak gösterilmesini önemsemiyor.
60 senesi öncesine gidip, o günkü imkânlarla başta Vatan ve Millet caddeleri ile Sahil Yolu olmak üzere Menderes’in bizzat nezâret ettiği icraatları eleştiriyor; lâkin bugün yıkılan yüzlerce cami, mescit, külliye, hamam, kümbetin, tarihî eserin imarı yerine, imar plânından çıkarılmasının hesabını vermiyor.
HAKİKAT
“Risale-i Nur, inhisar altına alınamaz…”
Risale-i Nur Külliyatı kitaplarına “bandrol yasağı” ve “devlet tekeli”ne alınmasının ardından Bakan’ın ikrarıyla “devlet adına” Diyanet’e devrilmesi dayatması, fütursuzca bazı ifâlelere dayandırılarak saptırılıyor.
Oysa Bediüzzaman, eserlerinde açık açık devletin/Diyanet’in de eserleri neşretmesini isterken, basım ve yayın hakkının sadece devlete/Diyanet’e verilmesini değil. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’ye gönderdiği mektupta bu hakikati vâzıhan belirtir.
Bunun için, “Benim bu şiddetli tesemmüm (zehirlenme) hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, sizi Nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmi ve muhâfız olacağınızı düşünerek” ve “müftülerin neşretmesi niyetiyle” bir takım Külliyatı Akseki’ye gönderir.
Ve buna mukabil “mânevî fiyatı” olarak istediği “üç şey”den “birincisi”ni, “Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için, mümkünse eski huruf, değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi otuz tane teksir edilmektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir” diye bildirir. (Emirdağ Lâhikası, 258-9)
Ancak Bediüzzaman, bu çarpıtma ve saptırmalara asıl cevabı Memkûbat isimli eserinde verir: “Ehl-i dünya diyorlar ki: ‘Bize ahkâm-ı diniyeyi (dinî hükümleri) ve hakâik-i İslâmiyeyi tâlim edecek resmî bir dairemiz (Diyanet) var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye (sürgüne) mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.”
“Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakâik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz…” (Mektûbat, 72; 16. Mektûb, Beşinci Nokta)
İKTİBAS
Ekonomide kırılganlık unsurları…
Ekonominin gidişatı hakkında birçok tartışma var; ama ekonomideki kırılganlık unsurlarını özetleyen ekonomist yazar Süleyman Yaşar’ın sıraladığı tesbitler dikkat çekici:
“İnşaat ve gayrimenkul sektörü yüksek faizle dış borç kullandığından, Türkiye’de faizlerin yükselmesine neden oluyor. Ve işte Türkiye’nin temel sorunu olan yüksek faiz bu dış ticarete konu olmayan mallara ağırlık veren bir üretim yapısından kaynaklanıyor. Ve imalat sanayii yerine yüksek faizle dış borç alıp konut, AVM yapmak Türkiye’nin dış borçlarını hızla artırıyor.
“Türkiye’nin toplam dış borçlarının millî gelire oranı bir yıl önce yüzde 44 düzeyindeydi, şimdi yüzde 50’ye yükseldi. Yani bir yılda toplam dış borçların millî gelire oranında altı puan artış oldu. Ve Türkiye’nin toplam dış borçları 401,7 milyar dolara, kısa vadeli dış borçları ise 130 milyar dolara yükseldi.
“Bu arada yine son bir yılda devletin toplam dış borcu 105 milyar dolardan 120 milyar dolara yükseldi. Böylece son bir yılda özel sektörün toplam dış borç yüzde 5,6 oranında çoğalırken devletin toplam dış borcunun yüzde 14,2 oranında çoğaldı…” (Taraf, 19.11.14)
GÜNDEMDEN
Amerikan Başkan Yardımcısı Jhon Biden’in Türkiye ziyareti, Ekim ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’la polemiğini yeniden gündeme taşıdı.
Hatırlanacağı üzere, 25 Eylül’de Harvard Üniversitesi’ndeki dış politika konuşmasında IŞİD tehdidinden Türkiye’nin de olduğu ABD’nin müttefiklerini sorumlu tutan Biden, Türkiye gibi ülkelerin bölgeye yüz milyonlarca dolar para ve on binlerce ton silâh gönderdiğini söylemişti.
Türkiye’nin Suudiler, Emirlikler’le Esad’ı devirme ve bir “Sünnî-Şiî vekâlet savaşı” çıkarmapeşinde olduğunu ileri sürmüş; “Esad’la savaşacak herkese yüz milyonlarca dolar para ve on binlerce ton silâh akıttılar, El Nusra, El Kaide için destek olacak, dünyanın diğer yerlerinden gelen cihadistlerin aşırı unsurlarını kabul ettiler. Yardımların hepsi nereye gitti?” diye sormuştu. “Türkiye IŞİD’e finansal olarak destek verdiğini kaydederek, “Türkiye şimdi uyandı” cümlesini sarfetmişti…
Akabinde de, “eski bir dost” olarak tanımladığı Erdoğan’ın kendisine, “Siz haklıydınız, çok fazla insanın (Suriye’ye) geçişine izin verdik, şimdi sınırı mühürlemeye çalışıyoruz’ dediğini” aktarmıştı.
Bütün bunlar üzerine, Erdoğan 4 Ekim’de, “Biden böyle bir şey söylediyse benim için tarih olur, bizden özür dilemesi gerekir” diyerek sert tepki göstermiş, aynı gün Beyaz Saray’dan gelen “herhangi bir imadan dolayı özür dilediği” ifadesiyle ”jet düzeltme” yandaş medyada manşetlerle duyurulmuştu.
Hatta Biden’in Erdoğan’ı aradığı, Biden’in sözcüsünün ise, Başkan Yardımcısı’nın konuşmasında Suriye’deki belirsizliğe vurgu yapmaya çalıştığı, Erdoğan’a “hayran olduğunu” bildirmişti.
Ancak Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest’ın, “Biden’ın Erdoğan’a özür aktarmasının nedeni, özel bir sohbette Erdoğan’ın görüşlerini yanlış nitelendirmesidir” çarpıcı ifâdesinden sonra çok geçmeden Biden’in CNN’e mülakatta, “Benim Erdoğan’dan özür dilediğim söylendi. Hayır, kendisinden hiçbir zaman özür dilemedim” diye konuşması, geri adım atmadığını bir defa daha ortaya koymuştu.
Kısacası, Biden’in Davutoğlu ve Erdoğan’la görüşmesindeki fevkalâde önemli bölgesel sorunlar, muammada kaldı. Bundandır ki, Biden Davutoğlu ve Erdoğan’la –dört saat süren- görüşmelerin ardından yapılan basın toplantılarında konuyla ilgili sorulardan çekinilerek soru alınmadı…