"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Adalet yoksa devlet çöker

25 Ocak 2019, Cuma
“Devleti korumak önce gelir, adaleti, hukuku feda edebiliriz” diyen bir hâkim, aslında sadece adalet için değil, devlet için de büyük bir risktir. Çünkü adalet devletin temelidir. Adalet yoksa devlet çöker.”

- Avukat Mehmet Ali Aslan semineri (4) -

***

Moderatör: Bugün Türkiye’de mahkemelerde “suçun ve cezanın kanunîliği ve şahsîliği” ilkesi uygulanıyor mu, yani adalet dağıtanlar “biz nisbî adaleti ve adalet-i izafiyeyi uyguluyoruz” diyebilirler mi?

Av. Mehmet Ali Aslan: “Darbeyi planlayan örgütü çökertmek için lâzım gelen her şeyi yapmalıyız” diyenler, maalesef, “hukukun dışına çıkıyoruz dikkat edelim” dendiğinde “hukukun çizgisinin içinde veya dışında, fark etmez, önemli olan gereğini yapmaktır” diyebiliyorsa, bunun hukuk olmadığı ve doğru da olmadığı açıktır. Birincisi yönetime darbe ise de; ikinci anlayış da hukuka darbedir. Her iki anlayışı da tasvip etmek mümkün değildir.

Uygulayıcılar kanunu ilginç bir şekilde yorumlayabiliyor. Meselâ Türk Ceza Kanunu’nun otuzuncu maddesindeki hata kavramını kendine göre farklı şekilde yorumlayıp, kişinin bunun terör örgütü olduğunu bilmesi gerekiyordu şeklinde varsayımsal çıkarımlarla ceza vermeyi yeğliyorlar.

Halbuki devleti idare eden geçmişten beri bir çok hükümet, o cemaati cemaat olarak tercih etmek ve böylece “muteber cemaat” haline getirmek suretiyle insanları bizzat kendisi yanıltmış, hataya düşürmüş, sonra “ben hataya düştüm” diyen insanlara “senin hataya düşmen benim için mazeret değil” diyor. Böyle şey olmaz. Bu ne mutlak adalete uyuyor ne nisbî adalete uyar.

Bediüzzaman’ın mutlak adalet, nisbî adalet diye ya da adalet-i hakikî ve adalet-i izafiye diye izah ettiği kavramları da doğru anlamak ve uygulamak lâzım. Bu ayrım bir devlet veya dönem için tümden geçerli kavramlar değil. Yani “Bu dönemde adalet-i mahza olmaz, olsa olsa adalet-i izafiye olur” denilemez. Her bir somut olayda adalet-i mahzanın uygulanmasının mümkün olup olmadığına bakılır. Mümkün ise “adalet-i izafiye” denilerek masumlar feda edilemez. Edilirse adalet değil, zulüm olur. Yani hâkim, hükümdar, polis şefi, savcı… her kimse karar verecek olan kişi, daima ihtimaller arasında sıkıştığında masumiyete ve masumu koruma lehinde olan tercihe yönelmelidir. Ceza Hukuku’nda maddî gerçeğin araştırılması gereği, aslında mutlak adaletin aranması anlamına gelmektedir. 

Malûm, Bediüzzaman bu konuda güzel bir örnek veriyor: Bir parmağın kangren olduğu kesinleşmişse doktor raporuyla o parmak artık kesilir. Parmağı kesmek şeklen zulümdür, ama daha büyük bir zulme engel olmak için, zaten çürümüş bir parmağı feda etmek anlamındaki zulmü tercih ederek, böylece parmağı feda edip eli kurtarmak, diğer sağlam parmakları kurtarmak gerekiyor. Bu aynı zamanda ehvenişer prensibinin de sonucu. 

Evet, bugün kangren olmuş bir parmak var. Niye? 15 Temmuz denilen meş’um bir hadise var. Bu bir tiyatro değil, 250 kişi şehit olmuş, belki binlerce kişi yaralanmış. Devlet çok ciddî bir badire atlatmış. Seçilmiş iktidar bir darbeyle karşı karşıya kalmış. En azından görünen durumu bu. Arka planda ne oldu, kim kimi nasıl kandırdı v.s. ayrı bir konu. 

Şimdi bu darbecilerin suçlu olduğu kesin, yani bu parmağın çürüdüğü kesin. Bu parmağı keseceğiz, yani bu suçluya cezasını vereceğiz, ama o parmağın kardeşi olan öbür parmağı, henüz çürümüş değilken, “bu da çürüyebilir” diyerek şimdiden kesebilir miyiz? Bu da onun komşusu, bu da onun arkadaşı, akrabası diyerek biz diğer masum parmakları feda edebilir miyiz? Bu masum parmak kendisini feda etmezken bizim onu feda etmeye kalkmamız adalet filan değil, doğrudan doğruya zulümdür. Bu bir adalet değildir, çünkü adalet, önce mümkünse masumu korumaktır. Ceza hukukunun en temel ilkesi olan şüpheden sanık yararlanır anlayışı, adlî hataların önüne geçmek içindir. Adalet perdesi altında çok zulümlere kapı açmak adalet-i izafiye değil, doğrudan doğruya zulümdür. Bu parmağı “belki çürümüştür” ya da “belki çürür” diyerek şimdiden kesmek çok tehlikelidir. Bugün maalesef bu yapılıyor. Hem de adalet namına!

Moderatör: Bir önceki konuşmacımız Prof. Dr. Ahmet Bilgin de esasen bize bu konuda çok yardımcı olacak bir örnek vermişti. Osmanlı padişahlarının Kur’ân’ın “Bir masumu öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir” âyetine açıkça aykırı olacak şekilde kendi masum küçük kardeşlerini, “ileride isyan edebilir” diyerek bir varsayıma binaen katletmelerinin Osmanlı’nın sırtında yüzyıllardır duran bir kambur olarak bulunduğunu anlatmıştı. Dolayısıyla bugün de biz bu tür hataları yaparsak, devlete asla sırtından düşmeyecek bir kambur yüklemiş olacağımızı anlatıp ikaz etmiş idi. Sizin bu bağlamda ekleyeceğiniz şeyler nelerdir?

Av. Mehmet Ali Aslan: Evet, bırakın varsayım üzerine ceza vermeyi, şüphe dahi mahkûmiyet için yeterli değil. Ceza hukukunda maddî gerçeğin araştırılması denilen bir ilke var. O maddî gerçeğin araştırılması, adalet-i mahzaya ulaşma emri demektir. Maddî gerçek suçluluk konusunda kesin delil vermiyorsa, şüphe üzerine mahkûmiyet verilemez. Şüpheden beraata gidilir, şüpheden mahkûmiyete gidilemez. Nitekim Hazreti Ali’nin, Hazret-i Osman’ın katil zanlıları hakkındaki meşhur tercihi de bu esasa dayalıdır. 

 Yapılan yanlış uygulamaların etkilediği çok geniş bir çevre vardır, sadece, haksız şekilde cezalandırılan kişi bu karardan etkilenmiyor, ailesi, çocukları, akrabaları, komşuları velhasıl toplum bir şekilde etkileniyor. Psikologlar, bu anlayış ve uygulamanın düşmanlık duygusunun körüklenmesine sebebiyet verdiğini ve yanlı olduğunu belirtiyorlar. Oysa, bu şekilde yargıladığımız insanlar da bizim vatandaşımızdır.

Moderatör: Önce yeniden şu duâyı edelim. Allah bütün hâkim ve savcılarımıza, bütün avukatlarımıza adaletle hükmetmeyi ve adalete katkı yapmayı nasip etsin. Bediüzzaman’ın Emirdağ Lâhikası’ndaki mektuplarında vahşiyane irtica dediği ve bizim toptancılık diyebileceğimiz anlayış bugün maalesef kendini gösteriyor. Âyetin hükmüne de aykırı bir şekilde, “irtibat, iltisak” gibi sihirli kelimelerden de yararlanılarak, darbeyi tasvip etmeyen, darbe ile yakından uzaktan ilgisi olmayan insanlar cemaat üyeliği mensubiyetini gösteren deliller yardımıyla ve fakat “darbeci terör örgütüne üyeymiş” denilerek cezalandırılıyorlar. Bunun sonuçları neler olabilir?

Av. Mehmet Ali Aslan: Terörist olmayan birine “sen teröristsin” demek, üstelik bu hükmü kesinleştirmek bir robota söz söylemek gibi değildir. O insan ve çevresi üzerindeki etkilerini düşünmek lâzım. Bir Cumhuriyet savcısının belirttiği gibi, “Bunları tutup uzaya atacak halimiz yok, birlikte yaşamak mecburiyetindeyiz” öyleyse teenni ile hareket etmek gerekmektedir. 

Cezalandırdığınız bu insanları vatandaşlıktan atabiliyor musunuz, Dünya’dan uzaklaştırabiliyor musunuz? Hayır, beraber yaşayacaksınız. Olayın rehabilitasyon boyutunu mutlaka düşünmemiz lâzım. Bu tür kötü muameleyi, bed muameleyi hiçbir şekilde izah edemeyiz. 

Moderatör: Bu yanlış gidişata bağlı olarak sorayım. Adalet mekanizmasında liyakatsiz insanların sayısı gittikçe artıyor mu, azalıyor mu?

Av. Mehmet Ali Aslan: Biraz önce de söylemiştim, mahkemelerde görev yapan, bilhassa ağır ceza mahkemelerinde görev yapan hâkimlerin kıdemi ile ilgili durum aslında liyakata ilişkin bir problemi de gösteriyor. Çünkü genç hâkimlerin ağır ceza reisi veya üyesi olması tecrübesiz insanların ceza yargılaması gibi zor bir yargılamayı yürütmesi başlı başına bir zorluk. Bu vesileyle liyakat konusunda bir eksiğimiz olduğunu da gösteriyor.

Terör örgütü üyeliği dâvâlarında maalesef sadece hukuk ve adalet değil, devleti koruma refleksi, “cemaat” kavramına ilişkin yanlış ya da eksik bakışlar, dinî konulara ilişkin yanlış bakışlar gibi şeyler de etkili oluyor, kısmen ideoloji ve siyaset de etki ediyor. Dolayısıyla siyasetin etkisi de maalesef liyakati ortadan kaldıran ya da en azından azaltan bir etki yapıyor.

“Devleti korumak önce gelir, adaleti, hukuku feda edebiliriz” diyen bir hâkim, aslında sadece adalet için değil, devlet için de büyük bir risktir. Çünkü adaletin mülkün temeli olduğu, devletin temeli olduğu pek açıktır. Adalet yoksa devlet çöker. 

Hele bilhassa yüksek hâkimlik teminatının OHAL döneminde tamamiyle kaldırılmış olması o güvencenin yok edilmiş olması, hâkimin cesaretini de kıran bir husus. Düşünün, daha halen hâkimleri görevden atmaya devam ediyoruz. Hele o ilk dönemlerde polislerce kürsüden götürülen hâkimler vardı. Hâkim hakikaten kürsüye dahi hâkim değilse, iki polisin sorgusuz sualsiz, savunması dahi alınmadan kendisini her an götüreceğinden korkuyorsa, o hâkimin adaletle hükmetmesini beklemek çok da kolay ve gerçekçi olmaz. Unutmayalım ki bu günkü duruma gelmemizin tek sebebi şu ya da bu taraf ya da grup değil. Hepimiz bir parça suçluyuz. Eğitim sistemimizi, adalet anlayışımızı, insan anlayışımızı biraz sorgulamalıyız. 

DEVAM EDECEK

Etiketler: adalet, devlet, hukuk
Okunma Sayısı: 3967
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı