"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Anadil ve özerklik tartışmasına da Said Nursî çözümü

31 Mayıs 2016, Salı 15:15
Çağın afeti teröre Said Nursi’den çözümler...

Bediüzzaman’ın yaklaşımları esas alınsaydı, “iki dil” tartışması olmazdı. Osmanlıyı dağılmaya götüren süreçteki özerklik talepleri için dile getirdiği endişeler, son dönemde telâffuz edilen benzer formüller için de geçerli.

Said Nursî ve “iki dil”

Bediüzzaman Medresetüzzehra projesini gündeme getirdiğinde, eğitim diliyle ilgili formülünü “Lisan-ı Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lâzım” şeklinde ifade etmişti. (Age, s. 290.)

Arapça gerekliydi, çünkü her şeyden önce mukaddes kitabımız bu lisanla nazil olmuş ve İslam kültürünün temel kaynakları bu dille yazılmıştı. Ayrıca İslam toplumunda son derece önemli yere sahip olan kavimlerden biri de Araplardı. Türkçe de aynı şekilde lâzımdı. Çünkü bu üniversite resmî dilin Türkçe olduğu bir ülkede tesis edilecek ve Türklere de hizmet verecekti. Kürtçenin serbest olması ise, sunulan eğitimin Kürt çocuklarına da ulaşabilmesi için önemliydi.

Konuya ilişkin başka izahlarında, anadilde verilen eğitimin “taşa işlenen nakış” gibi silinmez izler bırakacağı (Age, s. 165.) ve müfredatın önce anadilde, sonra resmî dille verilmesi (Age, s. 211.) gibi dikkat çekici hususları da ifade ediyor Said Nursî.

Dille ilgili olarak yaşanan sancı, sorun ve sıkıntıların sağlıklı çözümlerini gösteren temel esasları onun bu tesbitlerinde bulmak mümkün.

 Bunlarda bir defa, meseleyi eğitim ve iletişim ekseninde ele alıp, insan ve toplum psikolojisinin ihtiyaçlarını öne çıkaran bir yaklaşım söz konusu.

Dayatmacı ve ideolojik bir tavır asla yok.

Bir taraftan resmî dil olan Türkçeyi bir vakıa olarak kabul ediyor, korunması ve kullanılması diğer taraftan anadilin de aynı şekilde fıtrî bir gerçek olarak görülüp ihmal edilmemesi gerektiğini söylüyor.

Eğer devlet başta olmak üzere bu konuyla ilgili olan herkes Bediüzzaman’ın yaklaşımlarını esas almış olsaydı, “iki dil” tartışması ve sürtüşmesi olmazdı.

Ama ne yazık ki, en başta devlet, Kürtlere anadillerini konuşmayı dahi yasakladı. Özellikle ihtilâl dönemlerinde, Kürtçe konuşanlar büyük suç işlemiş gibi çok ağır baskılara maruz kaldı. Ve böyle bir ortamda Kürtçe yayın ve eğitim gibi konulara sıra gelmesi zaten beklenemezdi.

Ama bu gayri insanî anlayışın ve yol açtığı uygulamaların yanlış olduğu, çok sonradan itiraf edilmeye başlandı. Sonraki süreçte bu yasak tedricen gevşetildi.

Ara ara, Kürtçe konuşanların kimi komutanlarca azarlanması gibi, eski reflekslerin hâlâ devam ettiğini gösteren tavırlar olsa da, genel eğilim serbestleştirme yönünde gelişti. Kürtçe kasetlerden devlet kanalında Kürtçe yayın aşamasına gelindi. Yetersiz Kürtçe kursları rağbet görmezken, üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmaya başlandı. Ortaöğretim kurumlarında da seçmeli olarak Kürtçe dersi konuldu.

Ama temeldeki sorun hâlâ çözülmedi.

Türkçe bilmeyen ilkokul çocukları ile, Kürtçe bilmeyen öğretmenler arasındaki iletişim kopukluğunu giderecek formül hâlâ üretilemedi.

Oysa bu ideolojik değil, pedagojik ve sosyal bir sorun ve çözümün de o çerçevede bulunması gerekiyor. Okul boykotları ve yerel düzeydeki emrivakiler gibi ideolojik ve provokatif çıkışlarla da; durumdan vazife çıkarıp, yine görev alanının dışına taşarak öfkeli üslûplarla yapılan resmî dil vurgulu açıklamalarla da bu çözüm bulunamaz.

Almanya başta olmak üzere Türklerin yoğun yaşadığı Avrupa ülkelerindeki Türk çocuklarının anadilde eğitim hakkı gündeme getirilirken aynı şeyin Kürtler için de söz konusu olduğu ifade edildiğinde, “Ama oradaki Türkler azınlık, burada Kürtler aslî unsur” argümanıyla konuyu geçiştirmeye çalışan yaklaşımlar da çözüm değil.

Üstelik böyle bir mantık, azınlık için verilmesi gerekli görülen bir hakkın aslî unsurdan esirgenmesi gibi çok tuhaf ve çelişkili bir neticeye de yol açıyor.

Dolayısıyla, bu konunun, çözümü daha da geciktirip zorlaştıran ifrat ve tefritlerden uzak, insanî ve pedagojik eksende üretilecek dengeli ve gerçekçi formüllerle sonuca bağlanması lâzım.

Ve o formüllerin temel esasları Said Nursî’de. (Dünyada kabul gören anadilde eğitim modellerini inceleyerek, bu problemi rahatlıkla çözebiliriz. Eğitim dilinde ikinci bir dilin kullanıldığı ilk ülke biz olmadığımız gibi son ülke de biz değiliz. Bu anlamda Avrupa’da da uygulanan şöyle bir model önerisinde bulunabiliriz; İlköğretimde, % 90 anadil, % 10 ülkede kullanılan dil; ortaöğretimde % 50 anadil, % 50 ülkede kullanılan dil, Lisede % 10 anadil, % 90 ülkede kullanılan dil anlamında bir modelle anadilde eğitim yolu açılabilir.)

2- Eyalet, federasyon, özerklik...

Said Nursî, Prens Sabahaddin’in “adem-i merkeziyet” fikrinin tatbik edilebilmesi için çok zamana ihtiyaç olduğunu söylemişti. Bu muhaverenin üzerinden yüz, Osmanlı tarihe karışalı doksan sene geçtiğine göre, o fikrin tatbik zamanı gelmiş olabilir mi?

Adem-i merkeziyet fikrinin çok dinli, çok dilli, çok milletli bir cihan devleti olan Osmanlı için geçerlilik taşıyan mahzurları, ulus devlet esasına göre kurulmuş bir üniter yapı olarak Türkiye Cumhuriyeti için de söz konusu olabilir mi?

Vaktiyle Osmanlıda olduğu gibi, şu anda Türkiye’den kopup ayrı bir devlet kurmak isteyen unsurlar var mı? Osmanlı dağıldığında, topraklarında Türkiye dahil 17 ayrı devlet kurulmuş. Bugün böyle bir durum mevcut mu?

Genel hatlarıyla baktığımızda yok. Ancak Osmanlıyı parçalamak üzere uygulamaya konulan Sevr planının 17 devlet ortaya çıkarmada başarılı olurken, iki maddede hedefine ulaşamadığını da göz ardı etmemek lâzım: Kürdistan ve Ermenistan.

Ve şu anda bunları da tamama erdirmek için hâlâ ısrarla devam ettirilen birtakım çabalar var.

Onun için, adem-i merkeziyet başlığı altında ifade edilebilecek birtakım projeleri gündeme getirirken, bilhassa bu iki hassas noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor.

Gerçi artık Türkiye sınırları içerisinde hatırı sayılır bir Ermeni nüfusun varlığından söz edebilmek mümkün değil, ama “büyük Ermenistan” için bastıran güçlü bir Ermeni diasporası dünyanın her yerinde son derece aktif. Soykırım iddiaları, tazminat ve toprak talepleri bunun ifadesi.

Bu art niyetli ve maksatlı iddiaları da geçersiz kılacak çözüm, Bediüzzaman’ın, “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musalâha elini uzatmaktır” ifadesinde. (Age, s. 245)

Kürt meselesi ise, bilhassa Kürt nüfusunun fazlalığı sebebiyle daha da hassas bir nitelik taşıyor.

Bir tarafta devlete musallat olan müstebit zihniyetin akıl, vicdan ve hukuk dışı uygulamaları; diğer tarafta bunlara yönelik tepkileri istismar edip işi terör boyutuna taşıyan tahrikler, Kürt meselesini iyice kırılgan ve duyarlı bir hale getirmiş durumda.

Böyle olunca, adem-i merkeziyet formülü için yüz sene önce geçerli olan sakıncalar, bu iki noktada hâlâ geçerliliğini koruyor dersek, yanlış olmaz.

Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın, Osmanlıyı dağılmaya götüren süreçte önemli rol üstlenen siyasî kulüpler ve muhtariyet talepleri için dile getirdiği endişeler, son dönemde telâffuz edilen eyalet veya federasyon sistemi gibi formüller için de geçerli.

Nitekim İmralı’dan sâdır olan mesajlarda bir taraftan “Federasyon talebinden vazgeçtik” denilirken, diğer taraftan belediyeleri, yerel meclisleri, eğitimi, sporu, güvenliği, hatta savunması ile ayrı bir örgütlenmeden söz edilmesi, bu endişelerin haklılığını gösteriyor.

İşin garibi, bilhassa eyalet ve federasyon fikrinin Güneydoğu özelinde gündeme gelmesine, bölgede terörle mücadele gerekçesiyle 12 Eylül-Özal yapımı OHAL bölge valiliği sisteminin yıllarca uygulanması da hatırı sayılır katkılarda bulundu.

Oysa Türkiye’nin yapması gereken, bölünmeyi çağrıştıran eyalet, federasyon veya özerklik gibi formüller yerine, merkezdeki istibdadı etkisiz kılıp hukuk temelinde tam ve eksiksiz bir demokrasiyi güçlendirmek, devleti tahakküm aracı olmaktan çıkarıp hizmet devleti haline getirmek, merkeziyetçi yapının bürokratik ağırlığını azaltıp müdahaleci devlet anlayışına son vermek, devlete çağdaş normlara uygun şekilde demokrasi ve hukuk prensiplerine göre işleyen düzenleyici bir işlev kazandırmak ve bunları sadece belli bir bölge için değil, ülkenin tümü için uygulamak gibi reformlar olmalı.

Bu noktada, zaman zaman gündeme gelen “Kuzey Irak’ın Türkiye’ye ilhakı” gibi fikirlere de dikkatli yaklaşmak gerekir. Hele şu şartlarda böyle bir konu, Türkiye için tehlikeli bir tuzaktan başka bir şey olamaz. Çünkü oradaki oluşum büyük ölçüde işgal güçlerinin ve İsrail’in hesapları istikametinde şekillendirildi. Ve bölgedeki özerk Kürt yapılanmasından Bağdat da rahatsız. Nitekim bu rahatsızlık bilhassa petrol paylaşımı kavgalarında zaman zaman açığa vuruluyor.

Böyle bir federe ve özerk yapıyı Türkiye’ye entegre etme gibi bir konunun gündeme getirilmesi, aynı yapının Güneydoğu odaklı olarak Türkiye’ye de taşınması, petrol kavgalarına bizim de bulaştırılmamız, Bağdat’la ve Arap âlemiyle ilişkilerimize yeni sorunların eklenmesi gibi sıkıntılı sonuçlar doğurur. Türkiye bu tuzağa düşmemeli, onun yerine Irak’la 1950’lerin Bağdat Paktı’na benzer bir ittifakı yeniden ihya etmeye çalışmalı. Ve işgal sonrasında Irak’ta oluşan yapının buna uygun hale getirilmesine katkı sağlamaya gayret etmeli.

KÂZIM GÜLEÇYÜZ - ÖMER ERGÜN

YARIN: FEODAL YAPI VE TÖRE CİNAYETLERİ NASIL BİTİRİLİR?

Etiketler: bediüzzaman
Okunma Sayısı: 9162
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı