"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Atatürk ilkeleri anayasayı aşamaz

10 Temmuz 2015, Cuma

KÖPRÜ EYLÜL-1989

Türkiye’nin bir başka problemi de Silâhlı Kuvvetlerin kendisini “Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi” olarak görmesi. “Millî iradenin münakaşasına sunulmayan hiçbir fikir geçerlilik kazanamaz” görüşünüzün ışığında bu konuda nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Bir ülkenin iki tane anayasası olmaz, bir tane olur. Türkiye’nin anayasası meydandadır. Evet, bu anayasada da düzeltilmesi lâzım gelen birçok şey vardır. Onları düzeltmek için mücadele verirsiniz; ayrı mesele. Ama anayasa budur. Üstün kitap budur. Bunun üstünde, anayasa geçerliliğinde başka şey olmaz. Atatürk ilke ve inkılâpları diye, anayasanın üstünde, anayasayı aşan birtakım dokümanlar olmaz. Atatürk ilke ve inkılâpları, zamanında gelmiş, devrini icra etmiştir. Bugün onlardan devam edenleri de zaten bugünkü anayasanın arkasında yazılıdır. Bunların dışında, sanki Türkiye’nin birden fazla anayasası varmış gibi, devleti ikiliğe, hattâ çokluğa götürmenin bir anlamı yoktur.

Peki, bu “inkılâp bekçiliği” için ne diyorsunuz?

Öyle görenler var tabiî. İşte burada yine geliyoruz: Açık rejim, işleyen devlet. Demin dedim ki, herkes kendisine yetki, yer, görev tayin etmeye kalkarsa curcuna olur. Burada mesele şudur: Topyekûn rejim nasıl korunacak? Onun bekçisi kim? Onun bekçisi, anayasanın başlangıcında yazılı: “Türk vatandaşının uyanık vicdanına tevdî edilmiştir.” O zaman, rejimin bekçisi millettir. Anlatılmak istenen de odur. Ama müdahaleler oluyor, arkasından bu çeşit meseleler böyle konuşuluyor. Herşey karma karışık oluyor. Sonra genel kavramlar yıkılıyor. Bunlar hep genel kavram yıkıntılarının içinden çıkan şeylerdir.

İnkılâpların ve Atatürk’ün kanunla korunmasına gerek var mı?

Kanunla, zorla hiçbir şeyi devam ettiremezsiniz. Açık rejim olsa ve inkılâpların hangisi halka mal olmuş, hangisi olmamış, ortaya çıkabilse, bunlar mesele olmaktan çıkar. Herşey yerli yerine oturur. Mal olmuşsa olmuştur, olmamışsa olmamıştır; mesele biter. 

Atatürk’ü Koruma Kanununa gelince: Bu, biraz hassasiyetlerden doğdu. Zaman içinde bu çeşit hassasiyetler de, sanıyorum, ortadan kalkacak şeylerdir. Türkiye’nin Atatürk’ü kanunla korumaya ihtiyacı yok. Eğer millet sahip çıkıyorsa, zaten dokundurmaz. Önemli olan, büyük çoğunluğun ne düşündüğüdür. Tabiî, 55-60 milyonluk ülkenin içinde şöyle düşünen de olabilir, böyle düşünen de olabilir. “Öyle düşünemezsin” diye kimseyi bağlayacak değilsiniz. Açık rejim herşeyi halleder. Açık rejimde tartışılmayan şey olmaz. Herşey tartışılacak. Herşeyin tartışılması da, kimseyi incitmemeli.

KÖPRÜ AĞUSTOS-1988

Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz adlı kitabında 21 Nisan tamiminden söz açarak, “Meclisin açılışı pek dindarane, hatta dervişane idi” diyor. “Ama bütün bunların savaştan sonra unutulması câlib-i dikkattir” diye devam ediyor. Keza Mahmut Esat Bozkurt’un Anadolu İhtilâli isimli kitabından öğrendiğimize göre Kurtuluş Savaşı döneminin meclisinde mescit var ve Mustafa Kemal, savaş bitip cepheden döndüğünde, mescitte imamı dua ederken görünce, “Biz bu savaşı duâ ile değil, Mehmetçiğin kanı ile kazandık” diyor. Bu değişmeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Bunlara baktığımız zaman, sıkışınca Allah’a sığınmak, işiniz bitince dinin herşeyini inkâr etmek gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Fakat bu çeşit bilgilerin hangisi doğru? Esasen Türkiye’de son zamanlarda gördüğümüz, duyduğumuz şeylerin—rakamlar dahil—pek çoğu güven verici değil. Ben yine de ihtiyatla alırım meseleyi. 21 Nisan tebliğini çıkaran bir kimsenin, aradan üç yahut iki sene geçmeden, duâ eden insanı engellemesini anlayamam doğrusu. Ya birincisine inanacak, ya ikincisine. Eğer ikincisini yapıyorsa, birincisine inanmıyor demektir. 

Lâiklik ilkesinin anayasaya yerleştirilmesi için 1937’ye kadar beklenmesinin sebebi sizce nedir?

Gerçekten de, laiklik ilkesinin anayasaya yerleştirilmesi için dokuz sene geçmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti İslâm devletidir” tabiri 1928’de çıkarılmış anayasadan. Tevhid-i Tedrisat Kanununun çıkarıldığı, Harf inkılâbının yapıldığı sıralardır o zamanlar. Laiklik Halk Partisinin programına 1931’de gelir. 1937’ye kadar anayasada laiklik tabiri yok, İslâm tabiri de yok.

İstiklâl Harbi kazanıldıktan sonra, Cumhuriyetin başlarında, “Artık kazanılması gereken ikinci savaş ekonomik savaştır, eğitim savaşıdır” şeklinde bir hareket başlamış. Bu hareketin başında, sanıyorum ki, yine aynı fikirler depreşmiştir. Yani “Din kalkınmaya manidir, geri kalmışlığın sebebidir” şeklindeki fikirler. 30’lu yıllarda dine yönelmiş bulunan çeşitli baskıların kökünde bunu bulurum.

Ben o yılları gayet iyi hatırlıyorum. Çok yetişkin olmamakla birlikte, o yıllarda olup bitenleri çok iyi hatırlıyorum. Ezanın Türkçeleştirilmesinden Kur’ân’ın Türkçe okunması taleplerine kadar giden çok değişik şeyler var. Ve hemen hemen o yılların Türkiye’sinde din tedrisatı yok. Aslında medreseler ebediyen kapatılmış olmayacaktı. Din tedrisatı yine olacaktı. Öyle kapatılmıştı medreseler. Ama din tedrisatı yok orta yerde.

Ve sanıyorum ki, bütün bunların üstüne “Laiklik tabiri anayasaya getirilirse belki Türkiye’de kıyam olur, şu olur, bu olur” gibi bir endişe olmuştur. Olmaması mümkün değildir. Çekinilmiştir. Onun için bunun 1937’ye kadar anayasaya konulmadığı kanaatindeyim. Yoksa 1931’de koyarlardı.

Ve bu tatbikatın başında, 21 Nisan 1920 tamimini neşreden Atatürk var...

Baştaki doğru, ama ondan sonrakiler yanlış. Netice itibarıyla, 1930’lardaki durum bugün yok. Doğru olsaydı, devam ederdi. Devam edememiştir. Ben daha önce de bir vesileyle söyledim, yine her zaman tekrar etmekten haz duyarım. Millet, inkılâp vesaire diye dini üzerine bir baskı getirildiğini görünce, devlete küsmüştür. Türk milleti, Yunan istilâsına karşı aktif mukavemet olarak İstiklâl Savaşı tepkisini gösterdikten sonra, zaferin akabinde kendi devletinin “Modernleştiriyoruz” diye din üzerine getirdiği baskılara da pasif mukavemetle tepki göstermiştir. Bu çok şayan-ı dikkattir. Ve ikisini de kazanmıştır millet. Çok büyük mukavemet göstermiştir. Küsmüştür devletine. Onun içindir ki, o gibi şeyler yürümemiş, bir yerde kalmıştır.

Kurtuluş Savaşında milleti harekete geçiren din adamlarının büyük ekseriyeti, yine zaferden sonra çok ağır baskı altına alınmış, yer yer de imha edilmiş...

Bunların hepsi, bir yerden sonra iktidar kavgası haline geliyor. Bu savaş niçin yapılıyor? Başlangıçta söylenenlere bakılırsa, “Sultanı kurtarmak” için. Ama savaş bittikten sonra Sultan da yurt dışı ediliyor. Endişe şu: “Acaba ele geçirdiğimiz bu iktidarı elimizden birisi alır mı?” Bütün ihtilâlcilerde, yani bir iktidarı devirip yerine geçenlerde mevcut olan kaygılar, onlarda da mevcuttu. Bir ihtilâlle gelip iktidarı ele alanların hepsi, kendilerine zarar vereceklerini tahmin ettikleri güçleri imha etmişlerdir. Hep öyle geldi 80’e kadar.

KÖPRÜ KASIM-1988

Atatürkçülük yanında, bir de Kemalizm tabiri var...

İzm’lerden hiç hoşlanmam. Hiç de anlamadığım bir şeydir, izm’li olan hiçbir şeyin arkasından gitmem.

Atatürkçülük nedir, Kemalizm nedir?

Her halde biri diğerine eşdeğer olarak kullanılmıştır. Maamafıh, Kemalizm kelimesi çok tutmuş da değil. Bir ara kullanılmıştır. “Kemalist Türkiye” falan diyenler olmuştur. Ama artık tamamen terk edilmiş vaziyettedir. 

Kemalizmi, “Türk’ün yeni Âmentüsü” diye vasıflandırıp âdeta din gibi bağlananlar çıkmış...

Onlar sapıklık alâmetidir. Din, peygamberler tarafından tebliğ olunur. Ahir zaman peygamberi, Hz. Muhammed’dir (asm); ondan başka peygamber olmayacaktır. Bizim inancımız bu. Bunu bilmiyorlar demek ki. Hem Atatürk de kendisini peygamber saymamış ki. Mürailik yapıp, kırmadık, dökmedik birşey bırakmıyorsunuz. Üstelik cahilliğinizi de ortaya koyuyorsunuz.

“Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” diyenler de olmuş...

Onlar gelmiş geçmiş şeyler. Siz geri kalana bakın. Onlar yaşamamış. Bugün onları diyenler yok. Çoğunluğa bakın. Şerde birleşen çoğunluk yok. Hayırda birleşen çoğunluk var.

Daha önceki bir mülâkatımızda, Atatürkçülükle demokrasiyi bağdaştırma gayretlerini sorduğumuzda “Türkiye’de zihinler durulduğu zaman bu meselenin sükûnetle tartışılıp ahenkleştirilmesi lâzımdır” demiştiniz. Nasıl olacak bu?

Türkiye henüz birtakım şeyleri tartışacak kadar hür değil. Zihinler hür değil. Tartışmak, mutlaka kötülemek anlamına gelmez. Ama iyi niyetlerle yapılmış değerlendirmeler dahi kötü niyetlerle husûmet sebebi yapılabiliyor. Gerçek bile olsa, birtakım kişilerin elinde bir nevi husûmet vasıtası olarak kullanılabiliyor.

Devletin politikası, eğitim kurumlarında mütemadiyen tek taraflı bir telkin, zorla kabul ettirme, sevdirme, zorla yas tutturma şeklinde...

İşte o yüzden zihinler kapalı kalıyor.

KÖPRÜ TEMMUZ-1987

Eğitim sistemimiz tek taraflı telkin ve saplantılara müsaade etmeyen bir sistem olabilmiş midir?

Olamamıştır. Olmalıdır. Gerçeği ararken zihinler hür olabilmelidir. Saplanırsanız gerçeği bulamazsınız.

Gençliğin problemlerini Atatürkçülükten uzaklaşmakta gören ve ilkokuldan üniversiteye kadar her seviyede tek düşünceyi hakim kılmaya çalışan görüşü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir zaman tek düşünceyi hakim kılan görüşe katılmadım, yine de katılmıyorum.

KÖPRÜ ŞUBAT-1988

Meclis’in açılışında milletvekillerinin okuduğu yemin metninde yer alan “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma” ibaresi, demokratik prensipler açısından nasıl değerlendirilebilir?

O yemin metninin hangi şartlar içinde meydana getirildiği, kimsenin meçhulü değildir. Bunlar hep müdahale sonrasındaki askerî idarelerin yaptığı şeylerdir. Onların ufuneti geçip de, zihinler rahat olup tartışma ortamı açılıncaya kadar bir emrivaki şeklinde bunlar gider.

Son zamanlarda Atatürkçülükle demokrasiyi bağdaştırma gayretleri dikkat çekiyor. Siz bu gayretler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye bu meseleyi halletmedi daha. Ben çok evvel söyledim. On beş seneye yakındır söylüyorum. Anayasa olduktan sonra, Atatürk prensipleri dediğiniz bu şeyler onun içinde mündemiç mi, değil mi? Bu üstün yasa mı? Evet, üstün yasa ise, bunun içinde mündemiç değilse, dediğiniz prensipler bunun da üstünde mi? O zaman Türkiye’nin iki tane mi anayasası var? Bir Atatürk prensipleri dediğiniz prensipler—neye diyorsanız—bir de anayasa. Bunların içinden çıkamazsınız. Anayasa yaptıktan sonra ayrıca bir de Atatürk prensiplerinden bahsediyorsanız, onun yerini tayin edeceksiniz. Neresindedir bu anayasanın? Bu söylediklerim 61 Anayasası için de, 82 Anayasası için de geçerlidir. Ben çok tartıştım bu konuyu. Ama zaman zaman Türkiye anayasaları kaldırıyor. Hem de “Atatürk prensiplerine sahip çıkıyorum” diye kaldırıyor. Anayasalar olmadığı zaman, Türkiye’nin anayasası Atatürk prensipleri oluyor. “O nedir?” dendiği zaman da, “Bir komisyon kuralım, onun ne olduğunu araştıralım” diyorlar. Böyle olmuştur 1980 sonrasında. Türkiye’de zihinler durulduğu zaman, bu meselenin sükûnetle tartışılıp ahenkleştirilmesi lâzımdır.

Kazım Güleçyüz / [email protected]

Okunma Sayısı: 4819
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • HÜSEYİN İLHAN

    10.7.2015 11:52:19

    AKP v e rte YE GÖRE müslümanın ışığıdır bu ilkeler.biri DİNDAR DİYE GÖKLERE ÇIKARTILAN,ŞİRKE VARAN SÖZLERDE SESİ ÇIKMAYAN DİĞERİ İSE islam ve ülkeye hizmeti REKLAM OLARAK DEĞERLENDİRMEKTEN KAÇINAN demokrasi kahramanı Demirel.yalan ve yalan söyleyen,iftira atan utansın.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı