"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Dönüyoruz, ama hüzünlüyüz

02 Temmuz 2012, Pazartesi
UÇAKTA MUTLULUĞUMUZ HÜZÜNLÜ. ZİRA; DÖNÜYORUZ, MUTLUYUZ, AMA KALANLAR VAR, DİNDAŞLARIMIZ, KARNDAŞLARIMIZ KALDILAR, HÜZÜNLÜYÜZ. "LÂ TAHZEN…" YİNE RUHUMUZA YETİŞİYOR. BİR ARKADAŞ ′TURİST GİBİ GELDİM, HACI ŞUURUYLA DÖNÜYORUM.′

Ramallah kime râm olmuş?
Ramallah çok duyduğumuz Batı Şeria’daki (West Bank) Arap şehirlerinden biri. Kudüs’e on kilometre uzakta. Aslında bitişik gibi olan bu iki şehri yüksek duvarlar ayırıyor. Güya Filistin’deki güya Müslüman Arap güya terörist (!)lerin, güya taciz için yaptığı terörist bombalamaların önüne geçmek için miş(!)
Yahudiler kendi kendilerini yüksek duvarlı güvenli bölgelere hapsettiklerinin farkındalar, ama ulus devlete başlamışlar bir kere. Ulus devlete ve bu uygulamalara isyan eden Yahudiler de yok değil. Onlar da neredeyse onların “vatan haini”.
Ramallah’ta canlı bir akşam hayatı var. Caddeler ve kahveler kalabalık. “İnsanlar ne ile geçinir?” diye soruyorum. “Çoğu memuriyetle, diğerleri de kıt kanaatle” diyor Mahmut. Cevabım ise sükût.
Dönüşte bu sefer çıkılması kolay bir kapıdan çıkıyoruz. Yolu biraz uzatıyoruz, ama daha problemsiz bir yol. “En kısa yol en iyi bildiğin yoldur” deyişi bu kere “En kısa yol en rahat çıktığın yoldur”a dönüyor.
Mahmut ve diğerlerinin İsrail vatandaşlığı yok. Sadece İsrail devletinin verdiği bir geçici kimlik kartları var. Dünyaya Tel Aviv’den, ama Ürdün pasaportuyla açılıyorlar. Yani kimin ne kadar hakka sahip olacağına İsrail otoritesi karar veriyor. Ama bu karar ve kimlik Batı Şeria gibi Filistin yönetimi altındaki yerlerde geçmiyor. Buralarda iç otorite Filistinli Arapların elinde. Polisleri de var, mahkemeleri de. Ama elbette zayıf bir otorite. Tarlaları da var imalathaneleri de, ama dışa neredeyse kapalı ve elbette iptidai.

CUMARTESİ DERSİ
Cumartesi günü kafileyle birlikte şehir dışına ve dolayısıyla Filistin’e çıkıyoruz. Bu kere önce Batı Şeria’ya Beytüllahim (Betlehem) şehrine gidiyoruz.
Hazreti Meryem’in, Hazreti İsa’yı (as) doğurduğu mağaranın üzerine kurulu Kutsal Doğum kilisesini ziyaret ediyoruz. Görevliler erkeklerden başlarını açmalarını istiyorlar. Oysa dün ağlama duvarında Yahudiler de erkeklerden başlarını takkeyle kapatmalarını istemişti. Ne istiyorlar bunlar bu erkeklerin saçından başından (!)
Buradan yine Filistin’deki El Halil (Hebron) şehrine geçiyoruz. İnsandan neredeyse tamamen arındırılmış bölgede, İbrahim Aleyhisselâmın kabrinin bulunduğu camide öğle namazını kılıyoruz.
Yahudiler, camiyi ikiye bölmüşler. Yakup ve Yusuf Aleyhisselâmların kabirlerini onlar almış. Bize İshak ve İbrahim Peygamber ile mübarek eşlerinin kabirleri kalmış. Ne garip.
Makam-ı İbrahim’de Selâhaddin-i Eyyubi’nin meşhur üç minberinden biri olan tarihî ahşap minber yerli yerinde duruyor. Malûm, daha genç bir kumandan iken ustalarına üç minber yaptırıyor. Ne için diye sorulduğunda “Fethedeceğim Kudüs’teki üç büyük peygamber makamında hutbe okutmak için” diyor. Hayal gerçek oluyor. Gerçek minber yerli yerinde duruyor. Gaye-i hayalin ne demek olduğunu, bir kere daha ve aynelyakin anlıyoruz.
İsrailli askerlerin tavırlarından ve diğer bilgilerden, Türklerden korktuklarını anlıyoruz. Korksunlar, fazla olmamak kaydıyla biraz korku iyidir. Ne de olsa Fatih Selâhaddin’in torunları asıllarına dönüyor, gün geçtikçe daha çoğu artık Türk ya da Kürt değil; nesl-i cedid geliyor.
Dönüşte Helhul’de Yunus Aleyhisselâm’ın kabri ya da makamında ikindiyi eda ediyoruz. Akşam, vakitlice mescid-i Aksa’dayız. Ne de olsa Cumartesi ve Mi’rac Kandili.
“Orada o akşam ne yaptınız” diye sormayınız. Tek cevabı var: Anlatılmaz yaşanır. Tek ipucu, akşam namazından sonra “la şerike leh” halkasına dahil oluşumuzdur. Biz artık her Mi’rac Kandili’nde maddeten ya da manen burada olacağız. Sizi de bekleriz. Ama önce maddeten ve ceseden gelmelisiniz. Zira Müslüman Arap kardeşleriniz sizi bekliyorlar. Görünce de ümitleniyorlar.
Kandil programı, maalesef, İsrail güvenlik gerekçesiyle daha fazlasına izin vermediği için yatsıdan bir saat sonra bitiyor. Biz, bir grup, Dost TV çekimi için biraz daha kalıyoruz. En sona kalınca da mecburen otele taksiyle dönüyoruz.
Taksici Türkiye’den geldiğimizi anlayınca nakit ücret kabul etmiyor. “Borcunuz selâmımızı Türkiye’ye ulaştırmaktır” diyor. Emaneti taşıyoruz ve size buradan ulaştırıyoruz.

cumartesi meşvereti
Peygamberler diyarındayız. Düşünüyoruz. Hazreti Davut ve Süleyman’ı (as) Kur’ân da bir sultan olarak tanıtıyor. Oysa Peygamberimiz (asm) için bilinen anlamıyla “dünya saltanatı” yok. Nesebi sultan olmadığı gibi nesli de sultan değil. Neden?
Acaba onların asrında peygamberlik saltanatla mı yürüyor ve sürüyordu? Öyle ise İslâm asrında neden saltanatla yürümüyor? Acaba saltanatın yerine ne geçmeli?
Asırların meşvereti cevabımızı bulduruyor. Bu asır saltanat hakimiyeti asrı değil. Hürriyet ve meşveret asrı.
Bu sebeple âyet emrediyor: Meşveret ediniz.
Tefsirler bununla emrediyor: Meşverete itaat ediniz.
Yeni Asya kırk üç yıldır bu sebeple her gün “sûrmanşet”ten ikaz ediyor: Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” ya da “Asya’nın bahtını, İslâmiyetin talihini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir -fakat şeriat-ı garrânın terbiyesinde kalmak şartıyla.”

son gün- “ilk yer”deyiz
Pazar sabahı mescid-i Aksa’dan dönünce Dost TV ekibi ile birlikte Temaşa Programı için Zeytin Dağı’ndan güneşin doğuşunu çekiyoruz. Biz Nemrud’un dağı gibi yüksek bir yerdeyiz. Karşımızda uzakta ve aşağılarda Lût Gölü’nün (ölü denizin) alçaklığı var, görülmüyor, ama hissediliyor.
Öğleden önce otelden ayrılıyoruz. Yolda Hulusi Efendi Divanından nefis nasihatlerle dolu ilâhiler dinliyoruz. Doğuya Lût Gölü’ne doğru iniyoruz. O kadar iniyoruz ki denizin altında 300 metre mesafedeyiz. Önce yolda Hazreti Musa’nın (as) kabr-i şerifini ziyaret ediyoruz. Sonra Ölü Denizi teğet geçip hurma, nar ve portakal diyarı Eriha (Jeriko) şehrine varıyoruz. Bir not: Portakalı ilk tanıtan o olduğu için buralarda portakala “Yusuf Efendi” derlermiş.
Eriha on bin yıllık yerleşim merkezi. Tarımın başladığı yer olarak biliniyor. İnsanlığın kökleri buralarda. Yahudiler, Hazreti Musa’nın (as) bu şehrin üzerindeki tepelerden birindeki mağarada kırk gün kaldığına inanıyorlar. Duâ için oraya teleferikle çıkıyorlar.
Bol kontrollü dönüş yolundayız. Havaalanına gitmek için yine yolumuz Kudüs’ten geçiyor. Eriha çukurunda sıcaklık 44 derece, Kudüs Tepesi’nde ise 38 derece.
Havaalanında güvenlik yüksek, ama İsrail’in Türkiye ile arayı düzeltme isteği güvenlik ve gümrük işlerimizi kolaylaştırıyor. Güçlü olduğumuzun “zannedilmesi” bile güzel.
Havaalanında ikindi vakti giriyor. Namazlarımızı küçük gruplar halinde “ortalıkta” kılıyoruz. Ruhumuz helveleli.
Uçakta mutluluğumuz hüzünlü. Zira; dönüyoruz, mutluyuz, ama kalanlar var, dindaşlarımız, karndaşlarımız kaldılar, hüzünlüyüz. “Lâ tahzen …” yine ruhumuza yetişiyor.

SON DERS
Gruptan bir arkadaşımıza soruyorum:
-Duygularını ve düşüncelerini alabilir miyim.
Cevap her şeyi özetliyor:
-Gelirken turist gibiydim. Hacı şuuruyla dönüyorum.
Ne güzel bir mânâ. “Seyahat et sıhhat bul” kuralı işliyor. Manevî sıhhatimiz artıyor.
Dönünce “Neden Filistin bu halde, Allah’ın âyeti zillet ve meskeneti Yahudilere ait görürken zillet de meskenet de bizde görünüyor? Neden?” sorusunun cevabını Şuâlar’dan (s. 435) yeniden okuyoruz:
 “Böylece onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu” mealindeki (Bakara Sûresi, 61) âyet-i celilesinin bir nüktesi:
“Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Refet Bey,
“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”
Şunu anlayabiliyoruz: Demek “tokat” er geç gelecek, hem de bir tür “Osmanlı tokadı”. Ama önce, Yahudilerin başarı için kullandığı hiss-i millî ve dinîyi Müslümanlar da doğru kullanmalı. Milliyetçilikten vazgeçmeli; uhuvveti esas ve ittihad-ı İslâmı hedef tutmalı. Osmanlıyı ve İslâm coğrafyasını yıkan “cehalet, zaruret ve ihtilâf”tan vazgeçmeli; san’at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edip iman ve takva kalesini ayakta tutmalı.

SON
 
PROF. DR. AHMET BATTAL
[email protected]
 
Okunma Sayısı: 2458
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • ibrahim şengün

    3.7.2012 00:00:00

    Kalemiize sağlık, Ahmet abi. En yakın zamanda inşallah bizlere de nasip olur oralara gitmek..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı