"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

HER AKŞAM RİSALE-İ NUR DERSİ

17 Ocak 2011, Pazartesi
Avustralya’ya gelişimizin dördüncü günüydü. Pazar akşamı vakfın geniş salonu yine doluydu. Üst kattan kamera sistemiyle bayanlar alt kattaki dersi takip ediyorlardı. Vakıfta her akşam sene boyunca ders yapılıyordu. Böyle bir ülkede yaşayan insanların kimliklerini muhafaza etmek için başka çare de yoktu. Cemaatin alâkası ve dikkatle dinlemeleri belli bir seviyeyi gösteriyordu.

Bediüzzaman Hazretleri beklenen son müceddiddi. Âhirzamanda gelerek İslâm dinini tahrip etmeye çalışan ve Risâlet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr eden dehşetli şahısların tahribini tamir etmekle mükellefti. Fen ve felsefeden gelen dalâlet cereyanlarına karşı iman esaslarını aklî ve ilmî delillerle ispat ederek, ehl-i imanın imanını Risâle-i Nurla muhafaza etmek vazifesini üstlenmişti. Coğrafî olarak Doğu Anadolu’da doğmuş, fakat hayatının önemli bir bölümünü Türklerin arasında geçirmişti. Kendi beyanlarına göre baba tarafından Hazret-i Hasan’a, anne tarafından Hazret-i Hüseyin’e dayanıyordu. Ehl-i Beytin en mühim vazifesi olan Kur’ân hakikatlerini muhafaza ve sünnet-i seniyeyi ihyâ etmek vazifesini bu zamanda deruhte ediyordu. Çok emârelerin ve işâretlerin delâletiyle mânen vazifeliydi. Ancak O, vazifenin kudsiyetini ve Nur Risâlelerinin önemini nazara veriyor, kendi şahsını ve mânevî makamını arka plâna atıyordu. Zira, bâki hakikatler fâni şahıslar üzerine bina edilemezdi. Edilse, vazifeye ehemmiyetli zarar olurdu. “Bir zaman sonra Risâle-i Nurların çok şaşaalı günleri gelecek, fakat o günleri İnşâallah ben görmeyeceğim.

 
” diyerek, hizmetin zahmetine tâlip oluyor, rahat ve şerefini gelecek yeni nesillere bırakıyordu. Yine “Bir zaman gelecek, ben bu Risâleleri bütün dünyaya okutturacağım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu Risâleleri iftiharla bütün dünyaya ilân ve neşredecek. Siz, kime talebe olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi ve nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz.” demişti. Bu gün itibariyle ellinin üzerinde dünya diline tercüme edilen Nur Risâleleri, yedi kıt'ada ve bütün devletlerde bir şekilde okunuyordu. Bunun en büyük şahitlerinden birisi de, ülkemizden on beş bin kilometre uzakta yüzlerce Nur Talebesi olan sizlersiniz. Ders ve sohbetimiz bu minvâl üzere sürüp gitti.

“TEFEKKÜR DÜNYALARI”...
Pazartesi günü, Fatih kardeş Melbourne şehrini dolaştırdı. Şehrin en yüksek binası olan Ureka Tower’a çıktık. Seksen sekizinci kat, turistlerin şehri seyrettiği ve fotoğrafını çektiği bölümdü. 1998 yılında geldiğimizde çıktığımız Realto Tower çok aşağılarda kalmıştı. Onun elli altıncı katından şehri temâşa etmiştik. Bu bina, aradan geçen on iki yıl içinde yapılmış. Şehir tamamen ayaklar altındaydı. Gökyüzü kıyısı anlamına gelen bir kabine girerek binanın dışına çıktık. Tabanı camdı. Dışarı çıktığımızda, tabanı ve dört tarafı cam olan kabin çok heyecan vericiydi. Âdeta boşluktaydık. Diğer gökdelenler ayağımızın altında kalmıştı. Bir hayli fotoğraf çektik. Aynı akşam vakıftayız. Ders salonu yine doluydu. Bizler, İslâm’a hizmet eden bütün cemaatlere karşı muhabbet doluyduk. Farklı metotlarla hizmet veren ve özellikle gurbet ellerde din kardeşlerimizin kaybolmaması için var gücüyle çalışan bu grupların hizmetlerine taraftar ve duâcı olmalıydık. Bizler, Risâle-i Nur mesleğini orijinal kimliğiyle korumak, yaşamak, yaşatmak ve gelecek nesillere aynen aktarmak misyonunu üstlenmiştik.

 
Yeni Asya Ekolü bu hususta çok hassastı. Meşvereti esas alan bir yapısı vardı. Beldelerden başlayarak Umumî Şûraya kadar uzanan, meşveret zinciriyle birbiriyle bağlanmış mütecanis ve mütesanid bir gruptu. Kendi kimliğimizi ve değerimizi bilmeliydik. Feyizli bir sohbet olmuştu. O akşam da böyle geçti. Günler su gibi akıp gidiyordu. Salı günü grup halinde Botanik Bahçesine götürüldük. Yüz elli sene önce hamiyetli birkaç kişinin koordinasyonunda kurulan bu geniş alan gerçekten çok ibret vericiydi. Allah’ın harika san'atlarına mânâ-yı harfiyle bakmak tam bir tefekkür ibadeti oluyordu. Akşam yapılan imanî ve içtimaî dersler de tam bir feyiz kaynağıydı. Fatih kardeşin isteği üzerine götürdüğümüz altı kitaptan oluşan otuz beş takım, yani iki yüz on kitabın yüz seksen tanesi o gece ve sonraki gece bitti. Otuz tanesini Sydney’e ayırmıştık. Gündüzleri boş geçmiyordu. Çarşamba günü de dev akvaryuma götürüldük. Rengârenk küçük balıklardan köpek balıklarına, mürekkep balıklarından ahtapotlara kadar envâ-i çeşit deniz canlılarındaki san'atlı keyfiyetler, Sani-i Zü’l-Celâlin ve Sonsuz Kudret sahibinin varlık ve birliğine sayısız dillerle şahitlik yapıyordu. Bir hayli tefekkür ettik.
 
SBS DEVLET RADYOSUNDAYIZ
Perşembe günü SBS devlet radyosuna gittik. Fatih Yargı kardeş şehri avucunun içi gibi biliyordu. Kolaylıkla ulaştık. Program yapımcısı Tanju Yenisey çok kibar ve nazik bir beyefendiydi. On iki sene evvel telefonla yaptığımız programda, şahsen de tanışmak ve bir kahve içmek talebinde bulunmuştu. Yeterli zamanımız olmadığı için gidememiştik. Allah ömür verince neler olmuyordu ki! İşte, şimdi stüdyoda karşı karşıya idik. Kayıt alıp Cuma günü öğleden sonra yayınlayacağını söyledi. Anadolu topraklarından kalkıp on beş bin kilometre uzaklıktaki bu gurbet memleketine gelen, iki sene çalışıp bir ev, bir araba ve bir de dükkân alacak kadar para biriktirip geri dönmeyi plânlayan, fakat otuz kırk seneden beri bu yad ellerde kalan vatandaşlarımızın ve çocuklarının kaybolup gitmemesi için neler yapılabileceği konularını konuştuk. Sonra, güncel konuların en başında gelen Kürt sorunu, anadilde konuşup eğitim alabilme ve özerklik talebi gibi meselelere girdik.
Türkiye’nin asıl probleminin gerçek bir demokrasiye sahip olamayıp, korumak zorunluluğu hissettiği resmî ideolojisiydi. İleri demokrasilerde resmî ideoloji yoktu. Vatandaşların temel hak ve hürriyetleri tuzak kanunlarla kısıtlanmamalıydı. Anadilde konuşmak insanların en temel hakkıydı. Türklerle Kürtler bin yıldır birlikte yaşıyorlardı. Etle tırnak gibi birbirleriyle kaynaşmışlardı. Ülkeyi birlikte kurmuşlar, birlikte savunmuşlardı. Hepimiz Müslüman’dık. Irkçılık, dinimizin reddettiği cahiliyye döneminden kalma bir belâydı. Ülkemizin toprak bütünlüğü korunmalı ve resmî dili Türkçe olarak kalmalıydı. Onun dışında Kürt kökenli vatandaşlarımız dillerini ve kültürlerini geliştirebilmeliydi. Nasıl bu kıt'ada seksen beş çeşit millet bir arada yaşıyor, dillerini, dinlerini ve kültürlerini yaşatıyor ve resmî dil İngilizce olmak üzere devlet bu tabiî durumu teşvik ediyorsa, bizim ülkemizde de aynı durum olmalıydı. Yüz sene önce Bediüzzaman Hazretleri bu durumu görmüş ve kurmayı plânladığı bir İslâm Üniversitesinde “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz olmalı.” demişti. Eğer o proje hayata geçmiş olsaydı, bu gün bu problemi konuşuyor olmayacaktık. “Bütün mü'minler ancak kardeştir.” semavî düsturu ile ırkçılığın önü alınabilirdi. İslâm prensiplerinden hayat alan ileri bir demokrasi ülkeyi rahatlatacaktı. Özerklik talebi gibi şeyler, ülke gerçekleriyle örtüşmüyordu. Onun nihayeti, dış güçlerin de parmak karıştırmasıyla istiklâliyete kadar giderdi. Silâhlar susmalı, hak ve hürriyetler içinde herkes meşrû hareketlerinde şahane serbest olmalıydı. Kırk altı dakika süren bu karşılıklı konuşma, iki bölüm halinde ve iki gün yayınlandı. Bu doğru tesbitler elbette bir gün karşılığını bulacak ve ülkemin insanları yaşadığı topraklarda kendisini kuşlar gibi hür ve özgür hissedeceklerdi.
 
KADERİMİZDE İNGİLİZCE HUTBE VERMEK DE VARMIŞ!
 
CUMA günü Fatih kardeşle Toplum Radyosuna giderken, Sadık Hoca elime iki kâğıt tutuşturdu. Biri, merhum Şaban Döğen Hocanın hutbe kitabından alınmış fotokopi, diğeri de onun İngilizce özetiydi. “Bu gün Cuma Namazını senin kıldırmanı istiyoruz” dedi. Şaşırmıştım ve “Nasıl olur?” dedim. “Olur, olur! Sen okursun.” dedi. İngilizce metni açıktan okudum. “Tamam, tam doğru. Hadi Allah yardımcın olsun.” dedi. Radyoda on iki sene evvel olduğu gibi, program yapımcısı Mahmut Beyle yarım saat canlı program yaptık. Diğer radyodaki konuşmaların bir benzeriydi. O da güncel konuları tercih etmişti. Her iki radyo da Cumartesi akşamı vereceğimiz konferansın duyurusunu yaptılar. Verimli bir çalışma oldu.
Radyodan sonra Cuma namazına yetiştik. Önce Türkçe, arkasından İngilizce hutbeyi okuduktan sonra namazı edâ ettik. Çok kalabalık bir cemaat vardı. Her şey aklıma gelirdi de, bu uzak kıt'ada İngilizce hutbe okuyup Cuma namazı kıldıracağım aklıma hiç gelmezdi. Bu da tatlı bir hatıra olarak hafızalarda kaldı.
Aynı akşam, Broadmeadows semtinde ikinci dersimizi gerçekleştirdik. Âyetü’l-Kübra’dan tevhid eksenli bir dersti. Refikimiz olan bir gruptan da katılanlar olmuştu. Dersten sonra onların yeni yaptırdıkları dershanelerini ziyaret ettik. İşte, kardeşlik ve dâvâ arkadaşlığı buydu. Her kes beğendiği tarzda kalmalı, fakat birbirini de olduğu gibi kabul etmeliydi. Bir hizmete daha mazhar olmanın şevkiyle tekrar vakfa döndük. Vakıf başkanı Refik Koyu Ağabey kaptanımızdı ve memnuniyetini dile getiriyordu. 
NUR VAKFI PİKNİĞİ...
Avustralya kıt'asına ulaştığımızın onuncu günüydü ve günlerden Cumartesiydi. Nur Vakfı piknik düzenlemişti. Dört yüzden fazla Nur Talebesi çoluk çocuk piknik alanını doldurmuştu. Bir taraftan mangallar yakılıyor, diğer taraftan da dersler yapılıyordu.
Cemaatin kaynaşması için böyle programlara her tarafta ihtiyaç olduğu önemli bir gerçek. Güney yarım küre yaz mevsimini yaşadığı için hava müsaitti. Avrupa ve Amerika kıt'aları dondurucu soğuklar yaşayıp uçak seferleri iptal edilirken, aynı anda bu kıtanın yaz mevsimini yaşaması, Allah’ın sonsuz kudretinin bir deliliydi. Mutedil bir hava vardı. Güzel bir gün geçirmiştik. O akşam, beş yüz civarındaki katılımcıyla “İman, insan ve kâinat” konulu konferansımızı paylaştık. Açış konuşmasını yapan emektar Nur Talebesi Mustafa Gök, Risâle-i Nurdan vecizeler, Mehmet Âkif’ten kısa şiirler ve düşündüren esprileriyle konferansa renk kattı. Bir tarafta bayanlar, diğer tarafta erkeklerin oturduğu salon, canlı ve heyecanlı bir kalabalığa ev sahipliği yapmıştı. —DEVAM EDECEK—
 
 
Sami Cebeci
 
Okunma Sayısı: 3335
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı