"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hilafet şûra esasına dayanır

08 Şubat 2019, Cuma
Halife Müslümanların istişâresi ve seçimi (bey’at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir. Bundan dolayı halife kendi başına karar vermeyen, meşveretle hareket eden ve ŞÛrâ’nın kararlarını uygulamaya koyarak takip eden halkın iradesi ve kendisine geçici hÂkimiyet verilen seçilmiş kişidir.

- Hûlefa-i raşidînin yönetim anlayışı ve tarihte dinin siyasete alet edilmesi (8) -

Dizi - 8: Mehmet Ali Kaya

***

9. 4. Hilafet ve Meliklik Mefhumlarının Birbirine Zıddıyeti

Hz. Muaviye’nin (ra) Hz. Hasan’la (ra) anlaşarak kendi vefatından sonra hilâfetin tekrar Hz. Hasan’a verilmesi konusunda anlaştıktan sonra Müslümanların birliğini sağladı. Ancak Hz. Hasan’ın zehirlenerek şehit edilmesinden sonra, Hz. Hasan’ın vefatını bahane ederek oğlu Yezid’i veliaht ilân etti ve onun için halktan biat alarak “Hilâfeti” “Mülke” dönüştürdü. (H. 41 / M. 661) Bu İslâm Tarihinin dönüm noktasıdır. Hz. Muaviye de kendisine “Melik” denen ilk halifedir. Bu konuda kendisi şöyle demiştir: “Allah Ebubekir’e rahmet etsin. O dünya nimetlerini aramadı. Dünya Ömer’i aradı; ama o dünya nimetlerini aramadı. Osman dünyayı istedi ve dünya ona erişti. Ama biz dünyaya belimize kadar gömüldük. Vallahi bu şüphesiz mülktür ve Allah onu bizim elimize verdi.”

Hz. Ömer (ra) bir gün sahabelerden Selman-ı Farisi’ye (ra): “Ben halife miyim, melik miyim?” diye sorar. Selmân-ı Farisi de (ra): “Eğer sen Müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin. İnsanlara hizmet etmek yerine insanları kendine hizmet ettiriyor ve onları zora sokuyorsan yine sen halife değil meliksin. Ama Allah’a şükür sen melik değil, halifesin” der. Bu bakımdan Hz. Ömer’e etrafında bulunanlar: “Sen melik değil; Resulullah’ın (asm) halifesisin ve Emire’l-Mü’minînsin” demişlerdir (İbn Sa’d, Tabakat, 3: 306-7) Abdullah b. Ömer (ra) de ümmetin seçerek topluca bey’at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, 7:175.)

Hilâfet şûrâ esasına dayanır. Yani halife Müslümanların istişâresi ve seçimi (bey’at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir. Bundan dolayı halife kendi başına karar vermeyen, meşveretle hareket eden ve Şûrâ’nın kararlarını uygulamaya koyarak takip eden halkın iradesi ve kendisine geçici hâkimiyet verilen seçilmiş kişidir.

İbn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslâm’ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle belirtir: “Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin imam olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler” (İbn Hazm, el-Fisal, 4: 166)

Buna göre halîfe, her türlü tasarrufu adalet ölçüleri içerisinde yapar. Amacı da “Adalet-i Mahza”yı sağlamak, insanların hak ve hürriyetlerini sağlamak, bir insanın hakkını bütün insanlık için de feda ettirmemektir. Meliklik öyle değildir. Yani sultan ve hanedan için her şey feda edilir, devlet için her şey feda edilir. Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûrâ (seçim) ile gelinir.

Hz. Peygamber (asm) halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır. “Benden sonra hilâfet otuz senedir. Sonra ısırıcı bir saltanat gelir” (Ebu Davud, Sünnet, 8) buyurarak saltanatın ve melikliğin ısırıcı olduğunu ifade etmiştir. 

Hilafet “Seyyidü’l-kavme hâdimühüm” yani “Halkın efendisi ona hizmet edendir” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997, 1:409. H. No:1513.) hadisine göre “Ümmetî Ümmetî” diye ümmetini, yani toplumu ve insanı düşünerek ona hizmet etme mesleğidir. Meliklik ise hanedanın topluma hâkimiyetini sağlamak için toplumu kendisine hizmetkâr etmektir. Hilâfette yönetici halkı memnun etmeye çalışır, meliklik ve saltanatta ise halk idarecileri memnun etmeye çalışır. Hilâfette yönetici halktan korkar. 

Meliklikte ise halk meliklerden ve yöneticilerden korkar. Bundan dolayı da melikler, krallar iradelerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahiptirler ve bunda bir sınırlandırma da olmadığı için idam cezası da verse haklıdır, padişahın iradesini tartışmak ve adil değildir demek dahi suçtur ve tenkit eden hain ilân edilir ve cezalandırılır.

İslâm hukukçuları “hilâfet” terimini, genellikle Hz. Peygamber’in (asm) yerine geçmek anlamına kullanmışlardır. “Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah’tan tebliğ eden Peygamber’in (asm) yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak” (İbn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velâyetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene halife adı verilir. Halifenin görevi “Adaleti” sağlamaktır. Adalet ise insanların hürriyetleri temin etmek, haklarını korumak ve güvenliklerini sağlamakla sağlanır. Hukuk karşısında herkes eşittir ve hukukun üstünlüğünü sağlamak halifenin birinci vazifesidir.

Kur’ân-ı Kerîm melikî yönetimlerin temelinin zulme dayalı olduğunu belirtir, firavun ve Nemrud’un yönetiminin meliklik olduğunu ifade eder ve bazı, zâlim meliklerden de söz eder: “Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı” (Kehf Sûresi, 18:79) âyeti bunu ifade eder.

Özellikle ilk Müslümanlar, böyle bir yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu tür “melikî” düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; “Şüphesiz, melikler bir ülkeye girdiklerinde orayı ifsâd ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl ederler. Evet, onlar böyle yaparlar...” (Neml Sûresi, 27: 34) âyetiyle de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü belirtmektedir.

Görülüyor ki Kur’ân-ı Kerîm, Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir dille eleştirmekte ve reddetmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk Müslüman nesil bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı. (M. Ziyauddin er-Reyyis, en-Nazariyyatu’s-Siyasiyyeti’l-İslâmiyye, Kahire-1979, s. 114 vd.)

 Hz. Peygamber (asm) halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 35) 

Peygamberimiz (asm) “Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe denilecektir.” Bu da şöyle yorumlanmıştır: “Ebubekir’in halifeliği iki yıl, Ömer’in on, Osman’ın on iki, Ali’nin beş sene altı ay ve Hz. Hasan’ın altı aylık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir” (Ebu Davud, Sünne, 8) Saadettin-i Taftâzânî bu hadise dayanarak Hz. Muaviye’nin (ra) ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemektedir. Ancak Ömer b. Abdülaziz-i Emevî, Mehdi-i Abbasî gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu takip etmişler ve şûrâ ile hareket ederek adil bir yönetim sergilemişlerdir. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazen de bulunmayacağı hususudur. (Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 180.)

Yüce Allah, Hz. Davud’a (as) kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona, “İnsanlar arasında hak ile hükmetmeyi” (Sad Sûresi, 38: 26) emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara İmam kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise “Bu ahdinin zalimler hakkında sözkonusu olmayacağını” (Bakara Sûresi, 2: 214) bildirmiştir. Yani, zalim her ne kadar yönetici olsa da halife unvanına asla lâyık olamayacaktır.

O halde halifelik, her alanda bütün açıklığıyla adaleti sağlamak demektir. Her insan kendi dünyasında ve ailesinde ve sorumlu olduğu makamda adaleti tesis etmek ve adaletle hükmetmekle yükümlü bir halifedir. Bu sebeple yeryüzünde tasarrufa memur bir halife olarak yaratılmıştır. (Bakara Sûresi, 2:30) Bütün insanlar bununla görevlidirler. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah’ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’ân’ın emirleri arasındadır (Nisa Sûresi, 4: 58.)

Hz. Hasan, Hz. Muâviye’den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan’ın vefatıyla, Hz. Muâviye’nin kendisinden sonra oğlu Yezid’i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey’at alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık) almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu.

İlk olarak halifeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata dönüşmesi, elbette ki İslâm’dan önemli bir sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm toplumunun “hilâfet anlayışının değişmesi” ile sonuçlanmıştır.

-DEVAM EDECEK-

Okunma Sayısı: 4462
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı