"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hinduların başı olan şehir: Serhend

18 Mart 2015, Çarşamba

Hindistan Notları / Ahmet BATTALDelhi’nin mahzun maneviyatı

Perşembe sabahı Agra’dan yine uzun bir otobüs yolculuğuyla Başşehir Delhi’ye geçiyoruz.

Öğle namazımızı Delhi’deki Cuma Mescidinde kılıyoruz. Mescid dediysek yanlış anlamayın, yirmi bin kişilik bir cami burası. Gördüğümüz diğer bütün camiler gibi sadece üç tarafı duvar. Giriş cephesinde kapı yok. Zira duvar da yok.

Namazdan sonra üç tekerlekli bisikletlerle (rikşalarla) şehir ve çarşı-pazar turu yapıyoruz.

Ardından Delhi’de maneviyat büyüklerinin türbelerini ziyaret ediyoruz.

İkindi namazına İmam-ı Rabbanî’nin talebesi olan ve Delhi’de 1824’te vefat eden Abdullah Dehlevî’nin (K.S.) ziyaretine gidiyoruz, yarı mahzun halde. Zira O da şehrin garip bir mahallesinde ve garip bir halde.

Dehlevî Hazretleri Nakşînin son büyük kahramanı ve bir önceki asrın müceddidi Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin Hocasıdır. Mevlânâ Halid de önce bu coğrafyada hizmet etmiş, sonra ehl-i siyasetin ürkmesinden çekinerek Bağdat’a intikal etmiş ve böylece Nakşîliği tecditle birleştirerek Maveraünnehir’de yaymıştır.

Sonra akşam namazında Hace Muhammed Baki Billah’ı makamında ziyaret ediyoruz. Kendisi İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin de hocası. (İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ni ziyarete Serhend’e yarın gideceğiz).

Serhind kimdir ve nerededir?

İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî Serhendî’nin Türbesi kuzeydeki Serhend Şehrinde.

Cuma namazını onun mescidinde kılmak ve kendisini ziyaret etmek için Cuma sabahı erkenden Delhi’den yola çıkıyoruz. Ancak Allah Cumaya yetişmemize izin vermiyor. Zira otobüsümüz yolda küçük bir kaza yapıyor ve Serhend’e bir saat gecikiyoruz.

Serhend “Hindin başı” demek. Hindin başı, Müslüman ve Mü’min olan Rabbanî’nin şehri. Demek Hindin Başı Müslüman. Gerisi de öyle olur İnşallah.

Karma din mi? Hoşgörü mü?

İmam-ı Rabbanî’nin türbesi ve külliyesi canlı. Mübarek zâtın tasarrufunun devam ettiği türbedar ve postnişininden belli. Kızından torunu durumunda olan mübarek evlâtları, ismiyle müsemma Sadık ve Zübeyr de güleryüzlü Buharalı edasıyla dedelerinin hizmetini sürdürüyorlar. 

Ancak şehrin bu bölgesinde türbe ve etrafındaki külliyeyi Sihler irili ufaklı tapınaklarla adeta kuşatmışlar. Rahatsız edici.

Sihler Hindulardan farklı olarak soyut ve tek-bir Allah inancına sahipler. Aslında, uyanık birilerinin, beş altı yüz yıl önce o bölgenin cari dinlerinden kendince iyi bulduğu yönleri alarak ortaya çıkardığı bir din bu galiba.

Sihlerdeki karışıklık kıyafetlerinde de inanç ve ibadetlerinde de görülüyor.

İmam-ı Rabbanî’nin Türbesinin bulunduğu geniş alandaki ibadet mekânlarından birinde ibadet eden Müslümanların yanına eşiği öperek giren ve oturup duâ eden bir Sihi görünce, bu karışıklığın karma karışıklık seviyesine geldiğini fark ediyoruz.

Bu vesileyle belirtelim: Hindistan’da gezdiğimiz şehirlerde ezan sesi sürekli duyuluyor. Nerdeyse İslâm ülkesi demeye uygun bir hal var.

Akşam konakladığımız otelde odamızda namaz kılmak için kıbleyi öğrenmek üzere kat görevlisini dâvet ettik. Uzak doğulu olduğu tipinden anlaşılan otel görevlisi bize kıbleyi gösterdi. Tereddüt ettiğimizi anlayınca da “merak etmeyin doğru biliyorum, çünkü yakında cami var” dedi.

İki müceddid: Rabbanî ve Bediüzzaman

Serhend dönüşünde otobüste mikrofon bize de uzatılıyor ve biz de elimizden geldiği kadarıyla İmam-ı Rabbanî Hazretlerini ve tecdit hareketini Risalelerden öğrendiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışıyoruz. 

Özeti şöyle: İmam-ı Rabbanî, temiz kalbi aklının önünde giden şark insanının kalbini ölçülü ve bilhassa muhakemeli biçimde Allah’a hazırlamaya hizmet etmişti.

O güzel ve meşhur beytinde, bu işi/hali için şöyle demişti:

Ne şebem ne şeb-perestem men,
Men gulam-ı şemsem, ez şems mî kûyem haber…

Yani; Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim.

Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.

Bu mısralardaki “gece” Bediüzzaman’ın da Mektubât’ında Yirmi Sekizinci Mektup’ta bu mısralara atıf yaparken gösterdiği üzere aslında gece âleminde görülen rüyadır. İmam bu mısralarda rüyalara fazla değer vermenin doğru olmadığını anlatmaktadır. (Bizdeki rüyacılara da duyurulur!).

İmam-ı Rabbanî’nin kuvvetli ehl-i kalb olmasının bir mühim neticesi, şarkta gelmiş ve vazife yapmış olan birçok nebînin varlığını keşfetmiş olmasıdır. Diğer bir neticesi ise, Kur’ân’ın bazı sûrelerinin başlarındaki kesik tek harfli âyetleri (hurûf-u mukattâyı) tefsir etmeye muvaffak olmasıdır.

Bediüzzaman’ın Mektubat’ında Beşinci Mektup’ta atıflarıyla tesbit ettiği ve Âyet-ül Kübra’da ayrıca özetlediği üzere İmam-ı Rabbanî, önceleri pür tasavvuf ile meşgul olmuş iken, ahir ömründe iman hakikatlerinin inkişaf ve ihyasına yönelmiş. Bu dahi gösteriyor ki aslolan imandır, imanın kurtarılmasıdır.

Tasavvufun bid’alardan uzak ve sünnete uygun yürümesi İmam-ı Rabbanî’nin en önemli meselesi olmuştur. Asıl tarikat Sünnet-i Seniyyedir. Ona uyan manen Âl-i Beytten olur. Neseben Âl-i Beytten olmamakla bir şey kaybetmiş olmaz.

İmam-ı Rabbanî’nin, babası Selim Cihangir Şah’ı ihtilâlle devirmeye niyet eden Şah Cihan’ı bundan vazgeçirme biçimi ve sebebi, bu gün Bediüzzaman’ın ve talebelerinin dilinde “kardeşi kardeşe kırdırmamak” ve “müsbet hareket”tir.

İmam-ı Rabbanî ile Bediüzzaman arasındaki ilişkiyi ve farkları bilhassa güncel meseleler açısından yakından incelemek isteyenler, Mustafa Özcan’ın Köprü Dergisinin 72.’nci (Güz 2000) sayısında sayfa 34-79 arasında yayınlanan “İmam Rabbanî ve Bediüzzaman Vizyonuyla Siyasal İslâm” başlıklı makalesine bakabilirler.

Bediüzzaman ile İmam-ı Rabbanî arasındaki benzerliğin bir diğer boyutu mücahede metodu ve alanı ile ilgilidir: Babür Sultanı Ekber Şah, şahlığının başlangıcında dine hizmet iddiası ile ortaya çıkmış, sonraları gurura kapılmış ve çevresindeki gaza getiricilerin de etkisiyle, işi dinleri birleştirmek ve yeni bir din kurmak iddiasına kadar vardırmıştır. Bu sebeple tarihte “Ekfer Şah” lâkabıyla anılır olmuştur. İmam-ı Rabbanî onun Hindistan yarımadasındaki bu tahribatını iman ve sünnet temelli Nakşibendiliğin de yardımıyla müsbet bir biçimde tamir etmeye muvaffak olmuştur.

Aynı durum Bediüzzaman için de geçerlidir. Zira o da kendi asrında ve Anadolu’da “dini reforma tabi tutma” perdesi altında dini tahribe yönelen süfyanların bu tahribine karşı iman ve şeair temelli mücahede başlatmış ve başarmıştır.

Akıl kalp ilişkisinde denge: Medresetüzzehra

İmam-ı Rabbanî’nin Serhend’de ve Hindistan Yarımadasında yaptığı hizmetler bize başka çağrışımlar da yapıyor.

Bediüzzaman Sünûhat’ta (s. 82) şöyle bir tesbit yapıyor: “Bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betrâ tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle aksülâmel yaptırır.”

Gerçekten, akıl ve kalp ilişkisinde dengeyi bulmaya bütün dünya muhtaç. Hisleri ve âsâbî damarı doğru yerden yakalamak önemli bir ihtiyaç. Garbın aklı buna yetmiyor. Doğu toplumlarını harekete geçiren ve ayağa kaldıran kalptir ve din hissidir, tamam. Ama Şarkın akla ve bilime ihtiyacı var. Garbı harekete geçiren fendir, felsefedir, akıldır, doğru. Ama Batının kalbinin de nurlanmaya ihtiyacı var.

Bu ihtiyacı Delhi havaalanında en net biçimde gördük: Şarklılar okumak ve cehaleti gidermek için gruplar halinde Batıya doğru giderken, Batılılar kalp doygunluğu denemeleri için (yoga yapmak için, ayurveda için, guru bulmak için vs.) kafileler halinde Doğuya gidiyorlar.

Bu ihtiyacı yüz sene önce gören Bediüzzaman Münâzarât’ta (s.127) şu müthiş tesbiti yapmış:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Yani vicdan din ilimleri ile aydınlanır. Akıl ise modern bilimlerle nurlanır. O halde ilimle meşgul olan bir adamda ikisi birden ve mezcedilmiş halde bulunursa hakikati ortaya çıkarabilir. Bu sebeple bir ilim ehli sadece kalbe temas eden dinî ilimlerle ilgilenirse taassuba düşer. (Meselâ “ay nurdur aya çıkılmaz” der). Buna karşılık bir ilim adamı sadece akla temas eden modern bilimlerle meşgul olursa kalbi geri kalır ve kâinatın varlığı için bir Yaratıcının lâzım olduğunu göremez, görse de o Yaratıcıya ibadet arzusunu tam hissedemez.

Bediüzzaman’ın bu teşhis için tedavisi de açık: Din ve fen ilimlerinin aynı derste birlikte okutulduğu bir eğitim modeli olarak Medresetüzzehra.

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektubunda (s. 493) bu üniversite modeli ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “İnnemel mü’minûne ihvetün” Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı Şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.”

Bu yeni medresenin Batılı hocası modern bilimleri getirecek, Doğulu hocası da kalbe nüfuz etmenin yollarını öğretecek. Bu medresenin Batılı talebesi kalbinin ihtiyacını oradan giderecek, Doğulu talebesi de akıl ihtiyacını oradan karşılayacak.

Yani doğru çözüm, “şarkı garba-garbı şarka” taşımak değil.

Doğru çözüm, ikisini, ortada, yani Kur’ân’ın nurunun main book (ana kitap/el kitabı) olduğu eğitim yuvasında, İslâmın Medresetüzzehrasında buluşturmaktır.

Bu üniversiteyi kurmak isteyenlere de, engelleyenlere de, kurulmasının önündeki engelleri kaldırmayanlara da duyurulur!

Okunma Sayısı: 28621
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Bahtiyar ISPARTALI

    18.3.2015 10:22:56

    Ziyaretleriniz bereketli olsun. Keyifle takip etmeye devam ediyoruz..

  • Hüseyin İLHAN

    18.3.2015 06:27:09

    Ahmed hocam bu yazınız ile hem seyehat etmiş oldum,hemde aziz üstadımızın iman hakikatlerinin ehemmiyetini ve insanlığın manevi hastalığının devasına,inakriyyete düşmemek ve ihtilafattan zarar ettirenlere karşı imam-ı rabbani hazretleri ile birlikte aziz üstadımızın nasıl bir ve beraber olduklarınıda bir kez daha tazelemiş olduk.ALLAH RAZI OLSUN.TADI DAMAĞIMIZDA KALMASIN.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı