"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hürriyeti şiar edinen bir ülke

22 Eylül 2013, Pazar
“Avustralya, hürriyet hususunda kendini hür ve demokrat sayan Amerika’dan, Avrupa ülkelerinden, hatta haksız bir şekilde demokrasinin beşiği addedilen İngiltere’den bile çok daha ileri seviyedeydi. Dünyanın başka yerlerinde yaşanan askerÎ darbelere, diktatörlüklere, istilÂlara, işgallere ve insan hakları ihlÂllerine karşı ikiyüzlü bir tavır takınmıyor, Birleşmiş Milletlerin çatısı altında mazlÛm milletlere askerî ve malÎ yardımlar yapıyordu. HülÂsa Avustralya, hürriyeti şiar edinen belki de tek ülkeydi.”

Nur Talebesinin aslî vazifelerinden birinin başka din, milliyet, kültür ve medeniyet mensuplarına Risale-i Nurları ulaştırmak olduğunu bildiklerinden Müslüman göçmenlere Risale-i Nurları tanıtmaya çalışırken Avustralya’nın yerli halkını da ihmal etmiyorlardı. 
Ahalinin ekseriyetinin kendisini Hıristiyan saysa da fiilen inançsız olduğunu görünce bir yandan onlara çeşitli vesilelerle İngilizce Risaleler verirken, diğer yandan İslâm dinini doğru bir şekilde yaşayarak güzel örnek olmaya çalışmışlar ve bazı Hıristiyan siyasetçilerin, Müslümanları kötülemek isteyenlere kendilerini örnek göstererek İslâm’ı müdafaa etmelerini sağlamışlardı.
Bu hususta, dünyaca meşhur Avustralyalı gazeteci ve yazar Peter Bernett’e, Said Nursî’yi tanıyıp Risale-i Nurları okuyunca ilerlemiş yaşına rağmen Türkiye’ye giderek Bediüzzaman’ın yaşadığı yerlerde bir ay kadar gezip onu anlatmak için ‘Kıvılcım Muhafızı’ adlı bir kitap yazdıracak kadar müessir olmuşlardı.
 Avustralya’daki Risale-i Nur hizmetleri yalnız Melbourne ile sınırlı kalmamış, oralarda yaşayan Türkler sayesinde başka şehirlerde de intişar etmişti. Bilhassa kıt’anın en büyük şehri olan Sydney’de açılan dershane ve yapılan faaliyetler, orayı ikinci büyük hizmet merkezi hâline getirmişti.
Nur Hareketinin Avustralya’daki mensupları, Türkiye’deki hizmet faaliyetlerini ve gazete, dergi, kitap gibi neşriyat faaliyetlerini âdetâ günü gününe takip ettikleri ve faaliyetlerini oradaki cemaat mensupları ile müşterek hareket ederek yaptıkları için siyasî, içtimaî istikametlerini de muhafaza etmişlerdi.
Bilhassa Avustralya Nur Vakfı’nı kurup resmî hüviyet kazandıktan sonra Avustralya hükümeti tarafından takdir edilmişlerdi. Ayrıca müstakil hizmet mahalli sayılıp Türkiye’deki umumî istişarelere katılarak hem istikrarlarını, istikametlerini korumuşlar hem de diğer cemaatler ve gruplarla münasebetlerini geliştirerek kıt’anın en müessir cemaatlerinden biri hâline gelmişlerdi.        
Zaten, daha önce gelen ağabey ve arkadaşlar gibi bizim bu ziyaretimiz de o müessiriyetin tezahürü idi.
 ***
Bütün bunları bilerek gidiyorduk Avustralya’ya. Kuru birer bilgiden ibaretti hatırladıklarımız. Yani bazılarını sadece ilmelyakin biliyorduk, bazılarını aynelyakin. Hakkelyakin bilmediğimiz sürece tam mânâsiyle bilmiş sayılmayacağımızdan Avustralya bizim için de bilinmeyen topraklardı.
Okyanusun ortasında meçhul bir yere iner gibi indik Melbourne Havaalanına. Giriş muamelelerini yaptırmamız gerektiğinden ilk baktığımız yer yine insanların yüzleri oldu. Yolcuların hepsi muamelât telâşı içindeydi. Görevlilerinse kimi Yunus kadar mûnis bakıyordu insana, kimi Javs gibi haşin. Bizim muameleleri munisler yaptı ve fazla zorluk çekmeden kapılardan çıktık.
Bizi kimlerin karşılayacağını bilmediğimizden orada da insanların yüzlerine baktık. Vakit gece, hava karanlıktı. İnsanların ekseriyeti gitme telâşı içinde olduğundan çoğunun ancak ensesi görünüyordu. Biz loş karanlık ve telâşlı kargaşa içinde gelenleri karşılamak için bekleyenlerin yüzlerini seçmeye çalışırken bir anda etrafımızı, nuranî sîmâlardan müteşekkil mehtabî bir ışık hâlesi sarıverdi.
Biz, birbirimizi tanıma ihtimalinin az olduğu bir iki kişi tarafından karşılanmayı beklerken kendimizi, çoğunu bizzat tanıdığımız, bir o kadarına da âşinâ olduğumuz on beş yirmi kişilik dost çehrelerin arasında bulunca okyanusun ortasında meçhul bir diyara inmediğimizi anladık.
Ailece yapılan bu samimî karşılama, bir anda Avustralya’yı bizim için bilinmeyen topraklar olmaktan çıkarıverdi. Arabalara binip kalacağımız eve geldik. Kısa hoşamedi muhabbetinin ardından onlar evlerine gitti biz istirahata çekildik.
Geceli gündüzlü bir gün devam eden yolculuğun verdiği yorgunluğun da tesiriyle ‘yattığımız yeri beğendiğimiz’ rahat bir gecenin ardından kalktığımızda, apayrı bir dünyaya gözlerimizi açacağımızı zannetmiştik, ama öyle olmadı. Burada da her zaman gördüklerimizle ilk defa karşılaştıklarımız iç içeydi.

DÜNYA DA İNSAN GİBİ
“Dünya da insan gibi” dedim bu hâli görünce.
Tıpkı dünyadaki bütün insanlar gibi yerler de heyet-i umumîsi ile birbirine benziyordu. Nasıl insanların yüzlerinde tecelli eden ve sadece kendilerine has olan hususiyetleri varsa; kıt’aların, ülkelerin, yerlerin de ancak oralarda görülüp yaşanabilen hususî özellikleri vardı.
Yalnız insana ve dünyaya has değildi bu hâl. Gökyüzündeki yıldızların hiçbiri büyüklük küçüklük, parlaklık sönüklük gibi zamana ve yere göre değişen zahiri görüntülerin dışında diğerlerinden farklı görünmüyordu. Fakat oralara gidilse, kim bilir her birinin sadece kendine has ne farklılıkları görülebilirdi.
Türkiye’de iken dünyanın yedi kıt’asından biri, en küçüğü, en son keşfedileni gibi umumî bilgilerle değerlendirdiğimiz Avustralya’da, ilk gün yaptığımız şehir turunda anladık, başka yerlere benzerliklerinin yanı sıra gelinmeyince görülmeyen, görülmeyince bilinmeyen kendine has pek çok hususiyetlerinin olduğunu.
Mavi ile yeşilin iç içe kaynaştığı ve yaşamanın haz hâline geldiği dünyanın ender şehirlerinden biriydi Melbourne. Botanik parkları ve su kanalları o kadar birbirine yakındı ki, envai- çeşit ağaçlar akisleriyle suyu, dallarıyla havayı yeşilin açıklı koyulu tonları ile renklendirirken kanallar sun’î göllerle el ele vererek hareketli maviliği yere nakşediyorlardı.
Dünyanın bütün şehirlerinde olduğu gibi burada da iş merkezleri ve meskûn mahaller vardı. Fakat bunlar kesin hatlarla birbirinden ayrıydı. Belli bir yerde toplanan iş merkezleri çok katlı ve betonarme, enine boyuna onlarca kilometre uzanan düz ovaya yayılan meskenler geniş bahçe içine, ahşap tuğla karışımı malzeme ile tek katlı olarak inşa edilmişti. Onun için her yıl dünyanın en rahat, en yaşanabilir şehri seçiliyordu.
Parklarında, bahçelerinde, yol kenarlarında İstanbul’un çınarı da vardı, Torosların çamı da, Bursa’nın kestanesi de, Mersin’in palmiyeleri de. Bahçeler orada da çit bitkisi olan küçük yapraklı sık dallı çalılarla çevrili idi. Bir süs bitkisi olan kauçuğun çınar kadar büyüğü, sarmaşığın ağaç hâlini almış şekli, kuşkonmazın dalında kartal taşıyanı, şehir içinde bambu ormanları, ancak Melbourne’da görülebilirdi.
Yine, şehrin içine kurulan hayvanat bahçelerinde; attan eşeğe, kediden köpeğe, sırtlandan vaşağa, keçiden koyuna, deveden ineğe, kartaldan kargaya, kaplumbağadan tavşana kadar dünyanın hemen her yerinde görülebilecek hayvanlar olduğu gibi Avustralya’nın sembolü addedilen kanguru, kuala, ekidua, pleytipus, meerkat, timsah, devekuşu, tavus, sülün, gökkuşağı yılanı da vardı.
Bildiğimiz, tanıdığımız, görmediğimiz zaman eksikliğini hissettiğimiz papatyalar, gelincikler, güller, sardunyalar, nergisler, salepler de vardı gezdiğimiz yerlerde, ilk defa gördüğümüz, adını duymadığımız, özelliklerini bilmediğimiz hâlde seyrine doyamadığımız ağaç, çalı ve ot tipi endemik çiçekler de. Okaliptüsler, manolyalar, akasyalar, dişbudaklar dünyanın pek çok yerinde rastlanabilecek ağaçlardı, ancak her birinin yüzlerce çeşidi bir arada sadece burada görülebilirdi.

HÜRRİYETİ ŞİAR EDİNMİŞLER
Avustralya’nın en bariz eksikliği tarihî sayılabilecek eserinin olmayışıydı. Tarihi olmayınca sanatından söz etmek de mümkün değildi. Koca şehirde varlığı yüz elli, iki yüz yılı geçen hiçbir mabet, mesken, meydan, yol, köprü, anıt gibi bir şey yoktu. Bu eksiklik de kıt’ada doğup büyüyenleri olmasa bile eski dünyadan gelenleri şaşırtıyordu.
Hâlbuki Aborjinlerin atalarının yaşadıkları mağaralara çizdikleri kaplumbağa, timsah, kanguru resimleri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalardan, bu kıt’ada kırk bin yıldın fazla bir zamandır insanın yaşadığı anlaşılıyordu.
Eğer İngilizler, şehirlerine tarihî eser kazandırmak için kaptan James Cook’un İngiltere’deki köhne kulübesini getirip bir parka monte etmek, heykelini dikmek yerine, Aborjinlerin bazı kamp yerlerinin veya kulübelerini korusalardı, kıt’adaki hayata iki yüz senelik sığ geçmişten ziyade, kırk bin yıllık tarihî bir mazi kazandırabilirlerdi.  
Avustralya’nın, dünya devletleri arasındaki en bariz farkı; hürriyetin, adaletin, eşitliğin ve demokrasinin mütekâmil mânâda uygulanması idi. Katliâmlarla, zulümle dolu kanlı bir mazisi olan devlet, geçmişinde yapılan hataları anlamış, yerli halktan özür dilemiş, onları da eyalet sistemine dahil ederek iç işlerinde kendi kendilerini yönetme hakkı vermiş ve kimliklerini korumaları için her türlü yardımı yapmıştı.
Bu hakları yalnız onlara tanımamış, kanunlarına riayet etmek kaydıyla ülkesinde bulunan bütün etnik gruplara, farklı millet mensuplarına, dinî inanışlara, vakıflara, cemaatlere, kültür derneklerine, fikir hareketlerine, siyasî faaliyetlere maddî mânevî destek veriyor, yaşayıp gelişmelerini teşvik ediyordu.
Orada siyasî hadiseler insanların zihinlerini fazla işgal etmiyordu. Kamuoyu yoklamalarında halkın desteğinin azaldığını gören bir başbakan istifa edebiliyor, aynı gün başka bir kişi başbakan oluyor, hükümetini kurup göreve başlıyor, halk bunları televizyonların üçüncü, beşinci sıradaki haberlerinden öğreniyordu.  
Avustralya, hürriyet hususunda kendini hür ve demokrat sayan Amerika’dan, Avrupa ülkelerinden, hatta haksız bir şekilde demokrasinin beşiği addedilen İngiltere’den bile çok daha ileri seviyedeydi. Dünyanın başka yerlerinde yaşanan askerî darbelere, diktatörlüklere, istilâlara, işgallere ve insan hakları ihlâllerine karşı ikiyüzlü bir tavır takınmıyor, Birleşmiş Milletlerin çatısı altında mazlûm milletlere askerî ve malî yardımlar yapıyordu.
Hülâsa Avustralya, hürriyeti şiar edinen belki de tek ülkeydi.

Devam edecek
 
İSLÂM YAŞAR
Okunma Sayısı: 1385
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı