"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslam’da esas olan tevhid ve adalettir

11 Şubat 2019, Pazartesi
İslam’da esas olan tevhid ve adalettir. Peygamberimiz (asm) insanları önce Allah’ın birliğine inanmaya, sonra Allah’a itaate ve ibadete davet etti. Sonra aileden başlayarak sosyal ve siyasî hayatta adaleti hakim kılmaya davet etti. Düşmanlara da dostlara da adaletli davranmayı emretti.

- Hûlefa-i raşidînin yönetim anlayışı ve tarihte dinin siyasete alet edilmesi (11) -

Dizi - 11: Mehmet Ali Kaya

***

7. Dinin AhkÂmını Tavizsiz Uygulaması

Hz. Ali (ra) Peygamberimizin (asm) “Kızım Fatıma da olsa suç işleyene gereken cezayı uygularım” (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 4: 477-478) prensibinden asla şaşmamıştır. Hakkında şikâyet olan valilere ve görevlilere anında ceza vermiş ve adaleti sağlamıştır.

Hz. Muaviye (ra) ise Şeriatın hükümlerini idarecilerine uygulamayarak onları korumuştur. Basra valilerinden Abdullah İbn Amr b. Gaylan kendisine taş atan bir adamı yakalatarak elini kestirdi. Eli kesilen adam valiyi Hz. Muaviye’ye şikâyet etti. Adalet bekleyen adamın aldığı karşılık, “Elinin diyetini Beytülmal’den öderim, ama valimi kesinlikle cezalandıramam” oldu. (İbnül-Esir, el-Kamil, 3: 248) Bundan cesaret alan Hz. Muaviye’nin bir başka valisi Ziyad b. Ebih, Kufe’de, camide taş atarak kendisini protesto eden otuz kişinin ellerini hiç tereddüt etmeden kestirdi. Maalesef mazlûmların adalet için başvurabilecekleri bir merci kalmamıştı. (Taberi, 4: 65) Devleti güçlendirmek için yöneticileri toplum üzerinde baskıcı ve korkutucu yönetime yönlendirmiş, bundan da istibdat doğmuştur.

Hz. Muaviye, valilerini o zamanki yasalardan üstün sayıyordu. Valilerinden Ziyad b. Ebih ve Büsr b. Ertat’ın yaptıkları katliâmlar ve zulümler tarihçilerce oldukça yer verilen konulardandır. Hz. Muaviye ise bu zulümlere sessiz kalıyordu. Hz. Muaviye’nin Basra Valiliği’ne getirdiği Ziyad b. Ebih, Irak’ta haksız yere binlerce insanı öldürttü. Hz. Muaviye’nin komutanlarından Büsr İbni Ertat, Mekke, Medine ve Yemen’de zalimce icraatleriyle ortalığa dehşet saçtı.

 8. SiyasÎ PropAgandaya Başvurmaması

Hz. Ali (ra) dini siyasetin aleti olmaktan uzak tuttuğu gibi muhaliflerini ezmek ve halkın gözünden düşürmek ve kendisine taraftar toplamak için siyasî propaganda metoduna da başvurmamıştır. Muhaliflerinin aleyhine konuşmamış, sadece siyaseten ve dinen yanlış yaptığını ve haksız olduklarını söylemiştir.

Muhalifleri ise Hz. Ali (ra) aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti sergilemişlerdir. Hz. Osman’ın (ra) kanlı gömleğini ve hanımı Naile’nin olay sırasında kılıç darbesi ile kesilen parmaklarını, fitnenin sebepleri olarak afişe edilen isimleri Şam halkına ve diğer yerlerde camileri kullanarak aleyhte propaganda yaptırmış ve halkı galeyana getirmek için insafsızca kullanmışlardır.

Bunun için ayrıca şair ve hatiplerden istifade ettirmiş ve bununla ilgili şiirler yazdırılıp okutulmuş ve hitabeler yapılmıştır. Ferazdak ve Ahtal gibi şairleri görevlendirmiştir. Hz. Muaviye b. Ebî Süfyan (ra) ayrıca muhaliflerini sindirmek maksadıyla, hitabet yeteneğiyle birleştirdiği tehdit ve gözdağı yöntemini de etkili bir şekilde kullanmıştır. 

Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki “istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, her taraftan yardım ederek istibdada yardımcı olmuş ve hilâfet saltanata ınkılâb etmiştir. (ESDE, Münâzarât, s. 221)

Sonuca Yaklaşırken

İslâm’da esas olan tevhid ve adalettir. Peygamberimiz (asm) insanları önce Allah’ın birliğine inanmaya, sonra Allah’a itaate ve ibadete dâvet etti. Sonra aileden başlayarak sosyal ve siyasî hayatta adaleti hâkim kılmaya dâvet etti. Düşmanlara da, dostlara da adaletli davranmayı emretti. Müslüman ne düşmanlık duygusu ve ne de dostluk ve muhabbet duygusu ile hareket ederek haksızlık yapmayacak, adaletsizlikte bulunmayacaktır. Allah’ın emri ve Resulünün (asm) sünneti budur. Ama ne ki Müslümanlar, Peygamberimizden (asm) sonra tevhid inancını korudukları halde adalet konusunda doğru bir sınav vermediler. Devletin bekası ve toplumun menfaati adına, maslahat gereği kendilerini haklı bularak adaletsiz tutumlarını meşrûlaştırarak pek çok zulüm ve haksızlıklara sebep oldular.

Hz. Ali (ra) ise maslahatı değil adaleti esas almıştı. O “Bin kez zulme uğrasanız da bir kez zulüm yapmayın” diyordu. O hilâfetini korumak için kimseye haksız yere makam, mevki, para dağıtmıyor adaletten ayrılanın haktan da ayrılacağını söylüyordu. Şam’da adil bir yönetim ortaya koymayan Hz. Muaviye’yi (ra) maslahat için görevde tutmasını söyleyenlere, Hz. Muaviye gibi adil bir yönetim ortaya koymayan birini, maslâhat adına görevde tutmanın adalete uygun düşmeyeceğini söylüyordu.

Tarih boyunca Müslümanlar Hz. Ali’nin (ra) adalet anlayışını değil, Hz. Muaviye’nin maslahat anlayışını tercih ettiler. Maslahat adına adaletsizliklerine İslâmî kılıf bulduklarını zannettiler. Saltanatlarını korumak adına çocuklarını, kardeşlerini katlettiler. Kur’ân “masum bir insanı öldürmek bütün bir insanlığı öldürmektir” derken, maslahat adına, masumlar katledildi, insanların mallarına el konuldu, düşüncelerinden dolayı insanlar işten atıldı, ekmeğinden edildi, ama haksızlıklara adalet adına karşı çıkılmadı. Çünkü devletin ya da yöneticilerin maslahatı her zaman adaletin üzerinde görüldü.

Çözüm ve Sonuç

“İnsan hak ve hürriyetlerinin” “Siyasî ve sosyal hürriyetlerin” en geniş anlamda kabul görüldüğü ve “demokrasi”nin gereği olarak kabul edildiği dünyamızda devletin bekası  ve maslahat gereği hak ve hürriyetleri kısıtlamak anarşi ve terörün artmasını sağlamaktan başka bir fayda temin etmeyeceğini bilmemiz lâzım. Hz. Ömer (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) meşrû kabul ettiği “muhalefet” unsurunu meşrû bir “muvazene-i adalet unsuru” olarak görmeli, fikrî ve siyasî hürriyeti tanımalı, hürriyeti de kendimiz için değil, muhalefet için savunmalıyız. 

Bu konuda söz sahibi asrımızın âlimi, imanı ve Kur’ân’ın müfessir-i hakikisi olan Bediüzzaman’ın çözümlerini şöyle sıralamak mümkündür:

Birincisi: Muhalefeti meşrû bir muvazene-i adalet unsuru olarak kabul etmektir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Her hükümette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz” (Şuâlar, s. 607) buyurarak her hükümette muhalefetin bulunabileceğini, bunun tarihî, sosyal ve siyasî bir gerçek olduğunu ifade etmiştir. 

Ayrıca hürriyetleri tatmış ve değerini anlamış olan zamanımızda “hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükümetlerden kaldırmak” mümkün olmadığı sürece hükümetin icraatına muhalefet edenleri suçlayanların “hakikat, hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olacaklarını” (Şuâlar, 674) ifade eder.

Bediüzzaman “Her hükümette muhalifler bulunur. Âsayişe ve emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mesul olamaz.” (Şuâlar, 738) dedikten sonra Hz. Ömer (ra) zamanında ve her İslâm ülkesinde bu milletin dinine ve kutsî rejimlerine muhalif, zıt ve muteriz Yahudi ve Hıristiyanlardan muhalifler olduğu halde hiçbir zaman mahkeme ve kanununlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir. 

“Muhalefet hiçbir hükümette bir suç sayılmıyor.” Hem Hz. Ömer (ra) ve Hz. Ali (ra) zamanında halifeler bir âdi Hıristiyanla ve Yahudi ile mahkemede eşit şartlarda muhakeme olmuşlar ve hüküm aleyhlerine cari olmuştur. Mahkemeler hiçbir cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki Halife-i Ruy-i Zemin, âdi bir kâfirle muhakeme olmuşlar. (Şuâlar, 739) 

Bediüzzaman muhalefeti bu şekilde meşrû kabul ediyor ve sonucu şöyle bağlar: “Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.” (Tarihçe-i Hayat, İsparta Hayatı, s. 999)

İkincisi: Kur’ân-ı Kerîm’in bize emrettiği “Adalet-i Mahza”yı sosyal ve siyasî hayatımıza hâkim kılmalıyız. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “Birisinin cinayeti ile başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15) âyeti ile “Suç işleyenindir” buyuruyor. 

“Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. 

Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. 

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım-tâ ki mâsum çıkıncaya kadar. İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur.” (Emirdağ Lâhikası, 760)

Üçüncüsü: İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi olan “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463) hadis-i şerifini esas alarak memuriyeti millete hizmet aracı yapmaktır. 

Evet, “Memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur.” (Emirdağ Lahikası, 761)

Dördüncüsü: “Mü’minler kardeştir” (Hucurat Sûresi, 49:10) âyet-i kerimesini esas alarak mü’minler arasındaki iman kardeşliğini tesis etmek gerekir. “Birinin hatası ile başkasını suçlamadan” Müslümanlar arasındaki iman kardeşliğini esas alarak bu kardeşlik çerçevesinde aralarında uhuvvet ve muhabbeti tesis etmek, Allah için birbirlerini sevmelerini sağlamaktır.

Bütün bunlar ancak “hürriyet” ortamında “hürriyetçi demokrasi”yi ülkeye hâkim kılmakla mümkün olacaktır. Zira demokrasinin gereği hürriyet, meşveret ve hukukun üstünlüğü ile, hukuku herkese eşit uygulayarak adaleti tesis eden, millete hizmeti esas alan bir sistemdir. Hür muhalefet de ancak demokrasilerde vardır. Değerli bir siyasinin tesbiti ile “İktidar her yerde vardır; iktidarı meşrû ve demokratik yapan hür muhalefetin bulunmasıdır.” Hür muhalefet yoksa, ülkeye korku ve kaygılar hâkim ise orada hürriyetten ve adaletten bahsetmek imkânsızdır. 

İşte bu sebeple Bediüzzaman “Demokratların iktidarda kalması için” (Emirdağ Lâhikası, 812-813) Demok-ratlara destek olmuştur. Kur’ân’ın yukarıda geçen kanun-i esasileri olan adalet-i mahza, hürriyet, meşveret, halka hizmet (Emirdağ Lâhikası, 747) gibi prensiplerini sosyal ve siyasî hayata hâkim kıldıkları için onlara “Dindar Demokrat” (Emirdağ Lâhikası, 765) demiş ve hizmetlerini alkışlamıştır.  “Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler .... istibdad-ı mutlakı kaldırıp hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar” (Emirdağ Lâhikası, 520) demiş ve daima onlara duâ ettiğini söylemiştir.

-SON-

Okunma Sayısı: 2791
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı