"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kanı durdurmak için Said Nursî’ye kulak verelim

29 Mayıs 2016, Pazar
“Ben yandım, başka analar yanmasın” sözündeki derin şefkati yüreklerinde paylaşan analar başta olmak üzere, vicdan ve sağduyu sahibi herkes, Bediüzzaman’ın ifadelerinde telkin edilen vicdanî dersleri almaya ve vermeye hazır olsa gerek.

D- GÜVENLİK BOYUTU

Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği hep tehdit altında olmuştur. Yıllarca bu bölgede yaşayan insanlarımız bu tehditle yaşamışlardır. Bu tehdit iki yönlüdür: Devletin özellikle 80’li-90’lı yıllarda sivil halka “Siz teröristlere destek veriyorsunuz” diyerek yaptığı zulüm seviyesindeki baskıları, insanları köy meydanında sıraya dizip erkekleri eşlerinin önünde hakarete maruz bırakmak, külotları hariç üstlerini soymak, insanları yaşadıkları ve geçimlerini sağladıkları yerlerden ve topraklarından zorunlu göç ettirmek, kimi köylerin yakılması, halkın silâh tehdidi altında PKK’lıya vermek zorunda bırakıldığı yemekten dolayı sorumlu tutulması, güvenlik probleminin vahametini anlatmak açısından önemli örneklerdir. Bütün bunlar yaşanmış ve devlet tarafından da kabul edilen yanlışlıklardır.

Diğer yandan, PKK’lıların bölgedeki insanların ve bütün Kürtlerin iradelerini esir alması, onları temsil ettiğini ileri sürmesi ve bunu şiddet, kaba güç kullanarak, silâhla bölgedeki insanlara kabul ettirmeye çalışması, kendisi dışında hiçbir görüş ve düşünceyi kabul etmemesi, hayat hakkı vermemesi ve insanları bu anlamda köleleştirmesi, her aileden bir çocuğu bölgedeki savaş için kendi yanına istemesi ve vermeyenlerin, direnenlerin şiddete maruz kalması, bölgede vatandaştan vergi gibi haraç alması, bütün bunlar, PKK’nın bölgedeki insana uyguladığı şiddeti göstermesi açısından önemlidir. PKK aslında silâhların gölgesinde bölgeyi şekillendirmek istemektedir, bu amaçla da muhalif düşünenlere hayat hakkı tanımamaktadır.

Bölge insanı, devlet-PKK ikilemi arasında ezilmektedir. Devletin yanlış uygulamalarından dolayı zulüm gördüğü gibi, özellikle 80’lerden sonra, bölgeyi ateşe veren PKK’dan da hem canları, hem de malları itibariyle zarar görmüştür. Bu anlamda vatandaşın güvenliği sağlanmadan, bölgedeki insanlarımızdan mutlak destek ve anlayış beklemek zordur.

Burada aslında olması gereken, devletin asıl suçlu ile mücadele ederek, adlî takibat sonucu cezasını mal güvenliğini, maddî ve manevî haklarını etkin bir biçimde korumaktır. Halkı baskı altına alarak silâhların gölgesinde bölgeyi şekillendirmek isteyen terör örgütünün bölgede hâkimiyet kurmasına fırsat vermemek ve diğer alanlardaki rehabilitasyon tedbirlerinin hayata geçmesini güvenceye alıp himaye edebilmektir.

III- ÇÖZÜM TEKLİFLERİ

A- GENEL OLARAK

1- Kanı durdurmak

Terör fitnesini bitirmek Türkiye için bir hayat-memat meselesi. Yıllardır akan ve gencecik insanları aramızdan çekip alan kan durmalı, anaların gözyaşı dinmeli, hasret kalınan barış ve huzur sağlanmalı, herkes güven içinde aslî gündemine yoğunlaşarak yoluna devam edebilmeli.

Bunca yıldır huzurumuzu, enerjimizi, kaynaklarımızı tüketen bu kanlı fitne artık sona erdirilip tarihe karışmalı. Ve bunun için, herkes iyi niyet ve samimiyetle elini taşın altına koyarak üzerine düşenleri yerine getirmeli. Görevini yapmayıp yine gerilim siyasetleriyle vakit geçirmeye kalkanlara da prim verilmemeli.

Akan kanı durdurmak ve anaların gözyaşını dindirmek... Bunlar herkesin ortak dileği, ama nasıl olacak?

Burada hem dağdakileri indirmek, hem de örgüte yeni katılımları önlemek için artık şimdiye kadar uygulananlardan farklı strateji ve söylemlere ihtiyaç duyan devlete, hem de vaktiyle “devlet adına” yapılan haksız uygulamaların mağdur ettiği kesimlere düşen görevler var.

Said Nursî, “Husûmet derdiyle mültehap (iltihaplı) bulunan vücuda, iltihabı tezyit eden (arttıran) Hamidîlik icra etmek, acaba tedavi mi, yoksa tesmim (zehir etmek midir?” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 211) sualiyle, askerî operasyonlara münhasır bir mücadele yönteminin terörü daha da azdıracağına dikkat çekiyor.

Bu mücadelenin mağdurları ise iki kesimden oluşuyor: Şehitlerin aileleri ve teröristlerin aileleri.

Evlâtlarını kurban vermiş olan bu aileler ve bilhassa anneler, birbirinin acısını en derin şekilde anlayıp hissedebilecek ve paylaşabilecek durumda olan insanlar. Onların, “Artık bu kan dursun, çocuklarımız ölmesin, anneler ağlamasın!” talebiyle ortaya koyacakları ortak bir irade ve inisiyatif, çözüm ikliminin oluşmasına en büyük katkıyı sağlar.

Onun içindir ki, çözümü istemeyenler, bu yöndeki girişimleri sabote edip boğmak ve bilhassa şehit ailelerinin acısını istismar ederek olayı sonu gelmez bir kan dâvâsına dönüştürmek için yoğun şekilde çaba sarf ediyorlar.

Her şehit cenazesinde veya askerî törende tekrarlanan “kanı yerde bırakmama, son terörist yok edilinceye kadar mücadeleyi sürdürme” söylemleri de bu çabalara güç veriyor.

Ancak Türkiye’nin bu meseleyi sakin bir tavırla, hassas duyguları dikkate alan, ama çözüm arayışlarını onlara kurban etmeyen sağduyulu bir yaklaşımla ele alması lâzım.

Yine Said Nursî’nin, ölümle sonuçlanan hadiselerde, geride kalanlara yaptığı tavsiyeler bu bağlamda özel bir önem taşıyor:

“Birisi birisinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.

“Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, her halde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler.”

Bahsin devamındaki şu cümleler, terör belâsının kurbanları için bilhassa önemli:

“Eğer o katl, bir adavetten (düşmanlıktan) ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’i musîbet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit duâ etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar.” (Sözler, s. 247-248.)

Böyle bir barış ve musalâha, evlâtlarını kurban vermiş olanlar için elbette çok acı ve hazmı zor bir şey. Ama “Ben yandım, başka analar yanmasın” sözündeki derin şefkati yüreklerinde paylaşan analar başta olmak üzere, vicdan ve sağduyu sahibi herkes, Bediüzzaman’ın bu ifadelerinde telkin edilen insanî ve vicdanî dersleri almaya ve vermeye hazır olsa gerek.

Hem akan kanı durdurup bu işin kör bir kan dâvâsına dönüşmesini engellemek, hem adaletten ilânihaye kaçmaları imkânsız teröristlere dahi gerçek anlamda pişman olup tövbe etme fırsatı tanıyan eşsiz bir insanlık dersi vermek, hem de bu kanlı kısır döngüden kirli kazançlar sağlayan iç ve dış mihrakların kurduğu tuzakları bozmak adına...

2- Türk-Kürt kardeşliği

Herkesin dilinde dolaşan, ama malûm fitneler sebebiyle bir miktar zedelenen “Türk-Kürt kardeşliği”ni tekrar ihya edip  kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin en sağlam formüllerinden biri, Said Nursî’nin Van’daki Kürt talebesiyle diyaloğundan çıkan mesajla önümüze konuyor.

Aslında Said Nursî’nin başından beri Kürtlere yaptığı ısrarlı tavsiye, Türklerle birlikte olmak.

Meselâ, 2. Meşrûtiyet döneminde Kürt hamallara hitap ederken, “Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet-i itaat ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. 

Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz” dedikten sonra şu ilginç tesbiti yapıyor:

“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (hepimiz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (serkeşlik) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara (diğer etnik gruplara) ders-i ibret vereceğiz...”

Ve “İyi evlât böyle olur” deyip devam ediyor:

“Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşrûta (meşrûtiyet hükümeti), hakikî hükümet-i meşrûadır (meşrû hükümettir).” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 186.)

Türklerle Kürtler arasındaki irtibatı peder-evlât ilişkisiyle bir tutarak konuyu bir aile sıcaklığı ortamına taşıyan ve böylece ayrılıkçı duyguları besleyen komplekslere gerek olmadığını ima eden Said Nursî’nin, “Türkleri, istibdada aşırı itaat edip millî âdetlerini terk etmeleri ihtiyarlattı” tesbitini dile getirdikten sonra, onların düştüğü bu zaaftan istifade edip ayrı bayrak açmak yerine, “Kuvvet ve cesaretimizi onlara hediye edelim” tavsiyesinde bulunması ayrıca dikkat çekici.

Bediüzzaman’ın İslâm ortak paydasında Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan kuvvetli ifadelerini, Türkleri ondan soğutma kast-ı mahsusuyla “Kürtlüğü”nün nazara verildiği Eskişehir Mahkemesi’ndeki müdafaalarında da görmekteyiz:

“Ben her şeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kutsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim (şahit gösterebilirim).” (Tarihçe-i Hayat, s. 356.)

Başka yerlerde de buna benzer birçok ifadesi var Said Nursî’nin. Ve o zaman bahsettiği “bin Türk gençleri” bugün milyonlara erişmiş bulunuyor.

Onun içindir ki, bu derslerle yetişen Nur camiası, Türklerin de, Kürtlerin de, başka etnik menşelerden gelenlerin de son derece fıtrî bir şekilde ve iman kardeşliği potasında kaynaşıp kucaklaştıkları, birbirlerine, “Sen hangi etnik kökenden geliyorsun?” diye sormadıkları ve bunu merak dahi etmedikleri örnek bir tablo oluşturuyor.

Bölünme korkusuyla yatıp kalkanların bu tablodan almaları gereken çok önemli dersler var.

KÂZIM GÜLEÇYÜZ - ÖMER ERGÜN

Okunma Sayısı: 6617
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı