"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Sefer duâsıyla havalandık

19 Eylül 2013, Perşembe
“‘Bismillah’ diyerek bindik uçağa. Bediüzzaman’ın Birinci Sırda ifade ettiği Besmele hakikatlerini hatırlayınca, lisân-ı hâlleri ile Bismillah diyen sîmalarda tecelli eden Rubûbiyet sikkesinin tezahürlerini temâşâ etme hevesine kapıldım. Arap pilotlardan birinin okuduğu sefer duÂsı eşliğinde havalanan uçak, kâinat sîmâsının gökyüzü semasında yol almaya başladı.”

“Bir vakit, iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbîn, tâli’siz bir tarafa, diğeri hüdâbin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder giderler.
“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki her yerde âciz bîçareler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar.
“Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam girdiği memlekette umumî bir şenlik görüyor. Her tarafta bir sürûr, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhaneler. Herkes ona dost ve akraba görünür.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin anlattığı bu kıssadaki adamların hâlet-i ruhiyesi içinde çıkmıştık yola. Gerçi seyahatimizde ticarî bir maksat yoktu. Münhasıran keyif almaya da gitmiyorduk, ama sebeb-i seyahatimiz, netice itibariyle manevî ticaret ve tefekkürî zevk gibi mezkûr hazları, hususiyetleri de haizdi. 
Avustralya Nur Vakfı’nın daveti üzerine, eşimle birlikte gidiyorduk Avustralya’ya... Ben beylerin hazırladıkları programlara iştirak edecektim, eşimse hanımların. Çeşitli şehirlerde konferanslar, seminerler verecek; sohbetler, dersler yapacak; ziyaretlere gezilere katılacaktık. Onun için asıl hedefimiz hizmetti.
Risale-i Nur
hizmeti...

MEÇHULLÜKLER
DİYARI
Avustralya bizim için her yeri ve her şeyiyle tam bir meçhullükler diyarıydı. Bütün meçhuller, meçhullükler gibi orası da hatırladıkça duygularımızı dağlayıp hislerimizi ürpertiyordu. Muhayyilemiz meçhullüğü muhayyel tehlikeler üretme sebebi ve vehmi vesvese verme vesilesi yaptığından her ihtimal bizi tedirgin ediyordu.
İçinde bulunduğumuz hissî tedirginliği dağıtıp güzel tedailerle ruhumuzu rahatlatarak karar vermemizi kolaylaştıran iki şey vardı. Biri, oraya bir nevi manevî cihad olan iman hizmeti için gitmemiz, diğeri de orada Nur hareketini temsil eden kardeşlerin mütebessim sîmaları.
Gideceğimiz yer uzak, yolumuz uzun, vazifemiz mühim, işimiz çok olduğundan günler öncesinden başlamıştı fiilî, fizikî, fikrî, zihnî hazırlıklarımız. Muhayyilemizi seyahat maksadımız harekete geçirdiğinden olsa gerek, hazırlanmak kastıyla Risale-i Nur’u her açışımızda karşımıza seyahat kıssaları çıkmıştı. Veya biz o nazarla baktığımızdan mezkûr bahisler daha çok dikkatimizi çekmişti.
Said Nursî’nin muhatabı insan ve insanlıktı. Risale-i Nur Külliyatındaki bahislerde sık sık zaman, mekân ifadeleri geçse de kıssalarda anlatılan hakikatler belli bir zamana mahsus veya mekânla mukayyet değildi. Her bahsin her hâl ü kârda tâ kıyamete kadar devam edecek müessiriyeti vardı.
Bilhassa yolculuğu tedai ettiren kıssalarda seyyahlardan, seyahatlerden, uzak diyarlardan, uzun seferlerden, meşakkatli yollardan ciddî mihmandarlardan, müsellah askerlerden, farklı memleketlerden, değişik şehirlerden, büyük sultanlardan söz edilirken bahsin; ekseriyetle ‘bir vakit, bir zaman, eski zamanlarda, seferberlikte’ gibi zaman bildiren ifadelerle başlaması dikkatimizi çekmişti.
“Acaba zaman kaydı altında anlatılan hadiseler, o zamanlara münhasır mı?”
YAŞADIKLARI AHVALİN FARKINDA DEĞİLLERDİ
Fikrî hazırlıklar sırasında aklımıza takılan bu soru, bize tekabül eden bir başka vazifenin ifadesiydi adeta. Seyahat esnasında yaşadığımız hadiselerin ve taşıdığımız hislerin yanı sıra diğer yolcuların hâllerini, hareketlerini de takip ederek Bediüzzaman’ın ifadelerinin belli bir vakte münhasır olmadığını, bütün zamanları içine aldığını göstermemiz gerektiğini anlamıştık.
Hislerimizi saran müşahede merakının tesiriyle etrafa bakınca kahir ekserisi yolcu yüzlerce insan arasında bulduk kendimizi. Kimi hodbin görünüyordu insanların, kimi hüdâbin. Kimi mağrurdu, kimi mütevazı. Endişeli, telâşlı, şaşkın, düşünceli, sıkıntılı, bedbaht, bedbin olanlar kadar; huzurlu, mutlu, mütevekkil, sakin, mesrur, müsterih, bahtiyar olanlar da vardı.
Said Nursî’nin Risale-i Nur’daki seyahat bahislerini ve seyyah kıssalarını anlatırken yolcular için kullandığı müsbet ve menfi sıfatların tamamına yakınını, farklı kişilerde de olsa bir bakışta görmek mümkündü. Fakat sıfatların çokluğundan ve hâllerin zıtlığından olsa gerek, insanların ekserisi yaşadığı ahvalin farkında değildi.
“Eski zamanda iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adam gördüler. Ondan sordular.
“‘Hangi yol iyidir?’
“O dahi onlara dedi ki ‘Sağ yolda, kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet, bir saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.” 
Said Nursî, değişik bahislerde olduğu gibi, mezkûr kıssada da yolcuların yaşadıkları hâlleri ve taşıdıkları sıfatları, gidilecek yolun hususiyetlerine göre “sağ yol, sol yol” tabirleri ile tavsif etmişti. O kıssayı hatırlayınca yolculardan kimin, hangi yolun yolcusu olduğunu anlamak maksadıyla baktık sağa sola koşuşturan insanlara. Tabirler, coğrafî yön tayininden ziyade mânevî hâl tarifini ifade ettiğinden bunu yapmak pek kolay olmadı.
Zira havaalanının gidiş salonu gibi insanların yüz hatları da karmakarışıktı. Erkekli kadınlı, çorlu çocuklu yolcular; omuzlarında çantalar, ellerinde valizlerle sağını solunu şaşırmışçasına kan ter içinde ileri geri gidip gelerek uçuş işlemlerini yaptırmaya çalışıyorlardı.
Ortada yol tarif etmek için görevlendirilen memurlar varsa da, yanına yaklaşılarak hâl danışılabilecek ‘ciddî adamlar’ yoktu. Onlar olmayınca insanlar gidecekleri yönü tayin etseler de takınacakları tavrı tesbit edemiyorlardı. Salonda yaşanan mânevî ahvali müşahede etmek, zahirî manzarayı seyirden çok daha zordu ve hususi bir gayret gerektiriyordu. Bunu yapmaya zaman da şartlar da müsait olmadığından biraz sonra biz de muamelât telâşına kapılarak kalabalığa karıştık.
Kimisi ile yüz yüze geldik yolcuların, kimisiyle göz göze. Bazısını görünce gülümsedik, bazısına sadece bakıp geçtik. Aralarında, ayaküstü tanışıp hal hatır ettiklerimiz de oldu, gördüğümüz anda yanına yaklaşmamak için yolumuzu değiştirdiklerimiz de.
YOLCULARIN HALLERİYLE HALLENDİK
Yolcuların aralarına katılıp yolculuk hâlleri ile hâllenince anladık Said Nursî’nin hayatı yola, insanı yolcuya, dünyayı hana benzetmesinin ne kadar isabetli olduğunu. Onlara verdiği sıfatlarda da aynı derecede haklı idi. Zira zahirî nazar; batını görmeye, yetmiyordu. İnsanın asıl karakteri, kendi menfaati işin içine girince ortaya çıkıyordu.
İşlem sıralarında ve geçiş kuyruklarında beklerken Bediüzzaman’ın ‘hodgâm, hodendiş, acemi’ dediği adamlar başkalarının varlığına tahammül edemeyip, valizin valize değmesini bile münakaşa vesilesi yaparken; onun ‘hüdâbin, hakendiş, muallem’ sıfatını verdiği kişiler, hiç tanımadıkları insanlara yardım edebilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Dünyaya böyle bakan insanlar, ahireti de aynı nazarla değerlendireceklerinden, taşıdıkları sıfatlar dünyaya münhasır kalmayacaktı. Buradaki bakış açısı kabri, mahşeri, ahireti de şekillendirecek ve insan bir bakıma ahiret âlemlerindeki yerini burada hazırlayacaktı. 
“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
Bu hakikati hayatının işleyişine aksettirerek dünyasını güzelleştiren, muhtemelen ahiretini de güzelleştirecek olan o hüdâbin yolcu tahayyülü; hodgâm adam tahatturundan ruhumuza sirayet eden bedbinliğini atıp hislerimizi saran gamı, kasaveti dağıtınca biraz rahatladık. İçinde bulunduğumuz ruh hâli âdetâ her şeyi bir anda değiştirdi. Gabi insanlar munisleşti, sert bakışlar yumuşadı, zor muameleler kolaylaştı. Zamanın akışı hızlandı, sıra bekleyenler azaldı ve kapılar ard arda açıldı.

“BİSMİLLAH” DİYEREK BİNDİK UÇAĞA
“Bismillâhirrahmânirrahîmin bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmâsında, arz sîmâsında ve insan sîmâsında, birbiri içinde birbirinin nümûnesini gösteren üç sikke-i Rubûbiyet var.”
O kelime-i kudsiyeyi terennüm ederken Bediüzzaman’ın Birinci Sırda bu şekilde ifade ettiği Besmele hakikatlerini hatırlayınca, lisân-ı hâlleri ile Bismillah diyen sîmalarda tecelli eden Rubûbiyet sikkesinin tezahürlerini temâşâ etme hevesine kapıldım. Arap pilotlardan birinin okuduğu sefer duâsı eşliğinde havalanan uçak, kâinat sîmâsının gökyüzü semasında yol almaya başladı.
Muallâktaydık. Güneş gibi, ay gibi, yıldızlar ve sair semavi seyyareler gibi muallâkta. Said Nursî’nin tesbitine göre, ‘Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teâvün, tesânüd, teânuk, tecâvüpten tezahür eden sikke-i Kübra-i Ulûhiyet’ tıpkı onlar gibi içinde bulunduğumuz maddî kütle ile birlikte bizi de muallâkta hareket ettiriyordu.
Mevcudâtın, Allah’ın adı ile hareket etmelerinin tezahürü idi bu yardımlaşma, dayanışma, birbiri ile yan yana gelerek sarılma, birbirinin ihtiyacına cevap verme hâlleri. Kâinat sîmâsının yüz hatlarını teşkil eden varlıklar, lisân-ı hâlleri ile Bismillah diyerek seyyarelerle birlikte bizi de götürüyorlardı.
Allah’ın, her şeyin İlâhı olduğunu gösteren ulûhiyet sıfatının en büyük mührünü tezahür ettiren o kudsî kelâmın bu fiilî terennümü bir an dursa, ferşten arşa, zerreden şemse kadar bütün mevcudâtı birbirine bağlayan nuranî hilkat bağları çözülür, nizam bozulur, her şey birbirine karışır, herc ü merc olur ve kıyamet kopardı.
Kâinatta hayatın devamı, bu küllî besmelenin devamına bağlıydı.
Küre-i arz sîmâsındaki hâl, kâinat sîmâsından pek farklı değildi. Allah’ın Rahman isminin lütuf ve merhametle tezahür etmesi neticesinde; camit varlıkların yanı sıra tenasüple, intizamla tedbir, terbiye ve idare edilen bitkilerin, hayvanların da hususi lisânları ile Bismillah demeleri, küre-i arz sîmâsında hayatın devamını sağlıyordu.
Cenâb-ı Hakk’ın, sonsuz merhametiyle, şefkatiyle rızıklandırdığı bütün hayvanlar ve bitkiler, Allah’ın adı ile hareket ederek hilkatlerinin sebebi, varlıklarının neticesi olan vazifelerini yapmak suretiyle bir nevi Besmele çekiyorlardı.
Besmelenin, kâinat ve arz sîmâsına akseden cilvelerini müşahede sırasında uçakta bulunan insanların kaçının, uçağa binerken besmele çektiğini ve hayatının devamını sağlayan Besmele sırrının farkında olduğumu merak edince, gayr-ı ihtiyarî insanların yüzüne baktım.
Onca insan arasında nazarıma ilişen ilk çehre, yan tarafımdaki koltukta oturan kişiye aitti. Yüz hatlarında Besmele pırıltısı bulamayınca dudaklarının kımıldayıp kımıldamadığına baktım. Sakız çiğnediği için ağzı durmadan açılıp kapandığından dudaklarında besmele temasının kıpırtısını hissedemedim.
Sîmâda, sağ yolun veya sol yolun yolcusu olduğuna dair bir emare yoktu. Masum çocuk safiyeti ve mazlûm ihtiyar sükûneti de olmadığı için hayatı boş vermiş, zuhurata tabi hâller yaşayan bir gaflet ve garabet tablosunu andırıyordu. Usta bir ressam, gafleti resmetmek istese, ancak böyle bir yüz çizebilirdi.
Adam, benim kendisine baktığımı görüp yılışınca, nezaketen gülümseyerek nazarımı başka tarafa çevirdiğim anda esmer bir çehre ile karşılaştım. Orta yaşı geçtiğini gösteren çizgilerle dolu bu çehrede ve çevresinde seyrek sakal, kısa bıyık, tıraşlı baş, örme takke gibi İslâmî izler vardı.
Bu zatın, uçağa binerken uzun bir besmele çektiğini tahmin etmek pek zor değildi. Fakat terennümün tesirini kalpten alıp almadığını anlamak zordu. Çünkü yüzde besmelenin tebessüm sıcaklığının ışıltısı ve tevhid nurunun pırıltısı yoktu. Onlar olmayınca, bu zâtın besmelenin kâinat ve arz sîmâsındaki tezahürlerini keşfettiğine dair emare de olmuyordu.  
O sırada biraz ilerideki iki kişi yüksek sesle konuşmaya başladı. Ses tonları kadar konuştukları mevzu da rahatsız edici idi. Yan taraflarında oturanlar ile rahatsızlıklarını ima etmeye çalıştılarsa da onlar aldırmadılar. Hodgâmlıkları seslerine, hareketlerine aksedecek kadar âşikâr olan o kişilerin de uçağa binerken Bismillah demedikleri ve binlerce tonluk koca kütleyi muallâkta hareket ettiren sırrı bilmedikleri, hatta bilme ihtiyacı bile hissetmedikleri belli idi.
Delikanlılık çağında hayat heyecanını kaybetmişçesine sessiz, hareketsiz gençler, güçten kuvvetten düşmesine, takatten kesilmesine rağmen gençliğe özenen solgun benizli ihtiyarlar, kedersiz, sevinçsiz, gayesiz, hedefsiz insanlar da aradığım meziyetlerden uzak görünüyorlardı.

Devam edecek
 
İSLÂM YAŞAR
Okunma Sayısı: 1740
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı