"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Olaylar ve biz

Ekrem KILIÇ
04 Ocak 2013, Cuma
Hadiseler karşısında insan davranışları çeşitlidir. Kişiler inançları, kültürleri, alışkanlıklarına bağlı olarak olayları değerlendirirler. Bu açıdan bakılınca her şahsın kendisine has bir tarzda tepki vereceği düşünülebilir. Ancak, bir genelleme yaparsak, bir vak'ada görülen davranışları bakımından insanları başlıca üç sınıfa ayırmak mümkündür.
Bir kısmı, sanki dünyada o halden başka bir durum yokmuş gibi, her hadisenin içinde kendisini kaybeder. Bütün hasseleri ile o işi takip etmeye, olay hakkında bilgi toplamaya, yorum yapmaya, çevresi ile görüşlerini paylaşmaya çalışır. Anlık ve günlük de olsa, o hadise sanki ebediymiş, yalnız ve bizzat kendisi ile ilgiliymiş, bütün âlemini kaplamış gibi bir tavır takınır.
Başka bir kısım şahıslar ise, dünya yok olsa, kendisine bir zararı dokunmuyorsa, o olayla ilgilenmemeyi tercih eder. Kâinatı saran ateş ona ilişmeyecekse, şahsı için bir ehemmiyeti olmaz. Yemesinden, içmesinden, eğlenmesinden, şahsî hayatındaki en ufak bir alışkanlığından vazgeçmez. Üzüntü meydana getirecek tek hadise, kendi nefsi ve yakın alâkadar olduğu çevresindekilerle ilgili olanlardır.
Üçüncü sınıfı teşkil eden insanlar, kâinatta meydana gelen her hadisenin tesadüfen ve kendi kendine olmasının imkânsızlığını, Âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ’nın ilmi, iradesi ve kudreti dâhilinde yürüyen bu işlerde kendisine düşen vazifenin yalnızca kulluk sınırı içinde rıza ve teslim olduğunu düşünerek hareket edenlerdir.
Haberleşme vasıtalarının yaygınlaştığı ve adeta her ferdin cebinde olan bitenleri anında bildiren birer ağız bulunduğu çağımızda, elbette hadiselerden etkilenmemek mümkün olmamaktadır. Ancak, herkes kendisi için önemli olanı ve yapabileceği bir görev sahasına gireni seçmek, diğerlerinin insanlığa ve Müslümanlara zarar vermeden atlatılması için duâ etmek durumundadır.
Duâ etmek işini hâlâ bilmeyen inançlı insanlar var. Geçenlerde böyle umumî bir musîbetten bahsederken, elimizden gelenin duâ etmek olduğunu ifade edince, konuştuğum şahıs: “Zaten, kâfirler de Müslümanların yalnızca duâ etmelerini, camilere dolup ibadet etmelerini ve dünya işlerine karışmamalarını telkin ediyorlar” dedi. Kendisine, gülerek, duanın yalnız sözle yapılmayacağını, hatta en tesirli duânın, yeryüzünde yürürlükte olan İlâhî kanunlara uyulmak suretiyle fiilen yapılan duâ olduğunu anlatmaya çalıştım.
Maalesef, Müslümanlar dinî meselelerde sathî kaldıkları için, pek çok konuda olduğu gibi, en mühim bir kulluk görevi olan duânın mahiyetinden de haberdar değiller. Risale-i Nur Külliyatından Yirmi Dördüncü Mektup’ta izah edildiği gibi istidat lisanı, ihtiyac-ı fıtrî lisanı, ıztırar derecesinde safi, halis kalbin lisanı ile yapılan duâlar vardır.
İnsanların bildikleri meşhur duâ da iki kısımdır: Biri fiilî, diğeri kavlî. Bizler işin inceliğini bilmediğimiz için, duâ deyince ekseriyetle bu dil ile yapılan sözlü duâyı anlıyoruz.
Hâlbuki, Müslümanların bilinen duâyı dillerinden düşürmemekle birlikte çalışmakla, yaratılışa uygun davranmakla, kabiliyetlerini işletmekle, kabul şartlarına uymakla diğer çeşit duâlara da ehemmiyet vermeleri gerekmektedir. Aksi halde, inançsız bir kişi bile olsa yukarıda serdedilen şartlara uyan, işlerinde muvaffak olur; uymayan, mağlûp ve bîçare durumda kalır. Bu imtihan dünyasında yalnızca “inandım” deyip sırt üstü yatmak İslâmî bir tavır değildir.
Hz. Ömer’in (ra) çalışmadan oturan bir topluluğa kim olduklarını sorduklarında: “Bizler mütevekkilleriz.” cevabına karşı: “Sizler Allahu Teâlâ’ya tevekkül edenler değilsiniz. Müteekkillersiniz, hazır yiyicilersiniz.” demesi meşhurdur. İslâmiyet’i aslî kaynaklarından öğrenmeyen biz, zamanımızın inançlıları, yalnızca isim–resim Müslümanı olmaktan ileri geçememekteyiz. Onun için de her yaptığımız işi yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz.
Olaylar karşısında yapılacak en güzel davranış, elimizden gelmeyen konularda sabır, tahammül içinde olmak; yapabileceklerimizin de en ufak bir noktasını ihmal etmemektir. Şahıs dairesinden, aile, mahalle, şehir, memleket, İslâm Âlemi, bütün insanlık ve cihan dairelerine kadar iç içe geçmiş sorumluluk ve mükellefiyet halkalarında bizim yapmamız gereken ne ise onu ifa etmektir. Ötesi, aklımızı geveze, ruhumuzu sersem, bedenimizi ümitsizlik içinde aciz bırakmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bir tiyatro sanatçısının oynadığı oyun inkıtaa uğramasın, seyirciler mağdur olmasın diye babasının cenazesine katılamadığını okumuştum. Vazifeperverliğin nerelere kadar gelebileceği hususunda kulaklara küpe olabilecek bir davranış, diye aklımda kalmış. Müslümanlar da, en az, bu san'atçının san'atına olan saygısı kadar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yüklediği vazifelere ihtimam göstermelidirler.
Aslî vazifeler ehemmiyet sırasına göre göz önünde tutularak olaylarla ilgilenmelidir. Kendi işimizi yapmalı, Hakîm-i Mutlak olan Allahu Teâlâ’nın meşietine karışılmamalıdır.
Okunma Sayısı: 1391
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı