Avrupa’da yaşanan Rönesans ve Reform hareketleri ile birlikte demokrasi ve özgürlük kavramı birden bütün toplumların gündemine oturmuştur.
Yaşanan bu hadiseler ise Osmanlı Devleti’nde Meşrûtiyetin ilânını netice vermiştir. Bugünkü yazımızda da Osmanlı Devleti’ndeki Meşrûtiyet telâkkisi ve Bediüzzaman Said Nursî Hz’lerinin ortaya koymuş olduğu ölçülere değinmeye çalışacağız. (Yazımızdaki Meşrûtiyet kavramı güncel olarak Cumhuriyet şeklinde anlaşılmalıdır.)
Osmanlı Devleti’nde I. ve II. Meşrûtiyet’in ilânı ile birlikte büyük bir tartışmanın başladığını görmekteyiz. Bu tartışmaların bir ucunu Meşrûtiyet’in şeriata uygun olmadığını ve ecnebi ürünü olduğunu savunanlar, bir ucunu ise hürriyet ve meşrûtiyeti savunan İttihad ve Terakki çekmektedir.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şark bölgesini ziyaretinde avamın; “bize ne getirdin?” sualine karşı, “müjde getirdim” cevabına mukabil; avamın, “fenâ” olarak telâkki ettiklerini ifade, Osmanlıdaki mevcut durumun da tablosu niteliğindedir.
Toplumun gündemine bu süreçte iki kavramın oturduğunu görmekteyiz:
İstibdat ve Meşrûtiyet. Osmanlı toplumunun bilhassa taassuba varan davranışları, Şeriat’ın istibdada müsait zannedilmesini netice vermiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hz’leri ise; İstibdatın “zorbalık ve muâmele-i keyfiye” olduğunu ifade etmiş, güce ve kuvvete dayanarak cebir ve zorlama olduğuna dikkat çekmiştir. Keyfi muameleye dayanan ve gücü elinde tutma durumu ise “sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir” diye ifade etmiştir. (Bkz. Münâzarât) Zira malûmunuz ki; gücü ve otoriteyi elinde bulunduran bunu rahatlıkla kötüye ve kendi çıkarlarına kullanabilir. Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayarak zulmedebilir. Bütün bunlar ise malûmunuz ki; İslâm’a aykırı unsurlardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi ile Mutezile, Cebriye ve Mürcie gibi dalâlet fırkalarını ortaya çıkaran da İstibdattır. Meselâ; Cebriye’nin ortaya çıkışını incelediğimiz zaman Emevî devletinin siyasî istibdadının neticesinde devletin desteğiyle Cebriye’yi doğuran bir ilmî istibdadın var olduğunu görürüz.
İstibdatı esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk ise; meşrûtiyettir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’deki “Ve işlerde onlarla istişare et.” (Al-i İmran Sûresi: 159) Âyeti ile “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” (Şura Sûresi: 38) âyet-i kerîmelerini vererek, meşrûtiyetin bu Kur’ân Âyetlerinin bir tecellîsi olduğunu ifade etmiştir. (Bkz. Münâzarât) Bediüzzaman’ın meşrûtiyet ve beraberinde gündeme taşınan hürriyet kavramlarını Yunan terminolojisi ve fikriyatı ile açıklamak yerine, Asr-ı Saadetten örneklerle açıkladığını görmekteyiz. Bediüzzaman’ın Meşrûtiyet-i meşrûa olarak ifadeleri de bu anlamda önemlidir.
Bediüzzaman’a göre “meşrûtiyetin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.” Buradan da anlaşılacağı üzere, Meşrûtiyet hak, ilim, muhabbet ve kanunlar üzerine temellendirilmiştir, bir başka deyişle temellendirilmelidir.
Keyfi uygulamaların yerine kanunların önem arz ettiği ve ilmi istibdatın ortadan kalkarak, fikirlerin hür bir şekilde ifade edildiği zeminin adını meşrûtiyet olarak tanımlamak gerekir.
‘Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir ve herkesin bir padişah hükmüne gelmesidir.’ (Age) Bu ise toplumun genelinin yönetim için önemli olması ve ipoteklenmiş kişilikler yerine üreten ve çalışan bireylerin ortaya çıkması noktasında son derece önemlidir. Öte yandan maddî terakkinin de sağlanması hürriyete özünde meşrûtiyete dayanmaktadır. Dolayısı ile meşrûtiyetin varlığı terakki ile eşdeğerdir demek mümkündür.
Mustafa USTA / [email protected]