"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Edebiyat alanı olarak sanat ve kültür

01 Şubat 2015, Pazar
San’atın ve dolayısıyla kültürün asıl alanı ve dayanağı dil ve edebiyattır. Osmanlıcada edebiyata kısaca “edep” deniliyordu. Bu kelimenin kök manası (etimolojisi) “ölçü” demektir.

Topluma yönelik edebiyat ve san’at için üç alan vardır: Aşk ve güzellik, kahramanlık ve cesaret, hakikati dile getirmek ve göstermek..

Bu konuda İslâm edebiyatı ile Avrupa edebiyatı önemli farklılıklar gösterir. Bu farklılıkları son derece derin bir analiz ile dile getiren bir parçayı izahı ile beraber buraya alıyorum. Şöyle ki:

“Batı edebiyatı nefsanî arzu ve isteklerden doğmuş; üstün zekâya (dehaya) dayanır. Hâlbuki olgun insanların yüce zevklerini okşayan bir dil ve edebiyat, çocuksu bir algıya, ahlâksız bir karaktere sahip olan birine hoş gelmez; onu eğlendirmez. Bundan dolayıdır ki; zevki aşağı, sefih ve şehvanî bir hayat ile beslenen kişiler, ruhanî ve mânevî zevkleri bilemezler.

Avrupa’dan bütün modern dünyaya sızmış olan bugünkü çağdaş edebiyat, romanlara dayandığı için yani sun’î ve dünyevî olduğu için Kur’ân’ın saf hakikat olan yüksek edebî inceliklerini ve haşmetli ifade üstünlüklerini göremez ve tadamaz. Dolayısıyla Avrupa edebiyatı Kur’ân için mukayese ölçüsü olamaz. Çünkü edebiyat için üç alan vardır. Edebiyat bu üç alan içinde dolaşır; dışına çıkamaz: Aşk ve Güzellik, Kahramanlık ve Cesaret, Hakikat ve Gerçekliğin Gösterilmesi... 

Bakın Avrupa edebiyatı kahramanlık konusunda hakperest davranmıyor. İnsanların zalimlerini ve gaddarlarını alkışlıyor. İnsanlara, güce tapının diye yanlış bir ilkeyi aşılıyor.

Güzellik ve aşk noktasında hakikî güzelliği bilmiyor. Erotik bir zevki nefislere şırınga eder. Hakikati göstermek alanında kâinatı İlâhî bir san’at olarak göstermez. Varlığı ve hayatı, İlâhî rahmetin bir dekoru olarak görmez. Kâinatı bilinçsiz, sağır ve kör bir madde yığını olarak ele alır; bir daha bu bataklıktan çıkamıyor. Kalkıp insan gibi değerli bir varlığı, kendilerince bu çirkin ve absürt tabiata âşık ettiriyor. Materyalizmi ve maddî değerleri tek dayanak olarak gösteriyor; insanı öyle bir çökertiyor ki insan bir daha ayağa kalkamıyor. Bu gibi haletlerden doğan insan sıkıntılarını kendi edebiyat ve eğlenceleri ile teskin etmek ister. Fakat hakikî çıkış yolu gösteremiyor.

İsterseniz bu parçanın geri kalan kısmını müellifin şiirsel üslûbundan okuyalım: 

“Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış: Kitap gibi bir hayy-ı meyyit (canlandırılan ölü), sinema gibi bir müteharrik emvat: (Hareket eden ölüler.) Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvari (reenkarne olmak gibi) mazi (geçmiş zaman) denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerret (saf ve soyut güzelliği) tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi karie (okuyucuya) ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.” Netice-i muzırrayı (zararlı sonucu) gösterir. Hâlbuki sefahete öyle müşevvikane (teşvik ederek) bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder; (heyecanlandırır;) his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edebse (edebiyat ise) hevayı (keyfiliği) karıştırmaz.

Her köşede istinas (tanışma ve huzur) o cemiyet içinde mahzunu vazediyor; bir hüzn-ü müştakane; bir hiss-i ulvî (yüce duygu) verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt (kabarır;) ruha ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî (yüksek istekleri) verir. İşte bu sırra bi-naen, Şeriat-ı Ahmediye  (İslâm Hukuku) lehviyatı (anlamsız eğlenceleri) istemez.

Bazı alât-ı levhi tahrim eder (yasak eder;) bir kısmı helal diye izin verir. Demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzili veren alet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî (umutsuzluk ve karamsarlığı) veya şevk-i nefsanî verse, alet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.” (Lemaat)

KUR’ÂN VE SAN’AT KAVRAMI

Kur’ân’da san’at kelimesi ve bu kökten türemiş kelimelerin toplam sayısı 20 adettir. Fakat kelimelerin sayısından ziyade içinde geçtikleri âyet ve sûre bağlamları çok önemli bir bakış açısını insana veriyor; bu kavram hakkında.

İçlerinde bu kelime ve türevlerinin geçtiği bütün âyetleri gözden geçirdiğimizde az da olsa birbirinden farklı altı manada kullanıldığını görüyoruz. Eğer âyet, cümle ve sûrenin dizayn ve bağlamlarına dikkat edersek..

Birincisi, İslâm san’atının mahiyetini ve temel dayanaklarını bize anlatan Ankebut Sûresi 45. âyettir. 

Şöyle ki:

“Kâinatın temel bilinç yasalarından sana vahiy olunan kısımları oku. Namazı tam olarak kıl. Çünkü namaz aşırılıklardan ve çok iğrenç olan geri kalışlardan insanı alıkoyar. (Yani namaz dengedir.) Fakat sonsuzluğu ve edebiyatı idrak etmek (zikir) demek olan Allah bilgisi bundan daha önemlidir. Hiç şüphesiz Allah, yaptığınız san’atı (yani bir sanat olan hayat tarzınızı) çok iyi biliyor.”

Bu âyette beş cümle var. İlk dördü İslâm’ın hayat ve sanat anlayışını dile getiriyor. Beşinci cümle ise bunları özetliyor. 

Şöyle ki:

1. Cümle, düzen ve yasayı (kitabı) vahyi (destana dökülen bilinci) ve bunları anlayarak okumayı gösteriyor.

2. Cümle, namazı ikame etmeyi; denge ve entegrasyonu dile getiriyor.

3. Cümle, aşırılıkların ve geri kalışların önünü kesiyor.

[Bu değerlerin güzellikle sağlıklı bir hayat ve san’at için ne kadar önemli olduğunu işten anlayan herkes bilir.]

4. Cümle, sonsuzluğu ve soyut manevî varlığı gösteriyor. Ki bu iki mesele san’atın ruhu ve aklıdırlar.

İkinci grup âyetler, zalim ve mazlûmların san’at ve hayat anlayışını gösterir. 

Şöyle ki: 

“Bereketli kıldığımız yeryüzünün doğularını ve batılarını, zayıf bırakılan millete miras bıraktık. Sabrettikleri için Beni İsraile (dindar-medeni millete) olan İlahî vaad tamamlandı. Firavunun bütün medeniyeti, sanayisi, milleti ve yükselttikleri binalar yerle bir oldu.” (Araf, 137)

“Siz her tarafa anlamsız bina ve heykeller yapıyorsunuz. Dünyada ebedî kalacak imişsiniz gibi özene bezene lüks evler ve yapıtlar yapıyorsunuz.” (Şuara, 128-129)

Üçüncü kısım âyetlerde, san’at kelimesi hile manasında kullanılmıştır. Şöyle ki:

“Onların çoğunu, kötü davranışlarda, düşmanlıklarda ve haram yemede yarıştıklarını görüyorsun. Neden manevî eğitim almış mürşidler (Rabbaniler) ve âlimler (ahbar) onları bu yan-lış işlerden alıkoymuyorlar. Allah bunların yaptığı bu işi (yaptıkları bu san’atı) çok iyi biliyor.” (Maide, 62-63)

[Evet, Medine’de Yahudi ve münafıkların yaptıkları hileler çok ince ayar ve özen istediği için âyet onların yaptıklarına san’at diyor.] 

“Bir köy vardı; güven ve huzur içinde idi. Sabah akşam rızıkları onlara geliyordu. Fakat onlar, bunu Allahtan bilmeyip (haram ve helâl demeden) hile yapmaya başladılar. Nankörlük ettiler. Allah da bu yaptıkları san’at yüzünden onlara korku ve açlığı tattırdı.” (Nahl, 112)

Dördüncüsü, Nur Sûresi, 30. Âyettir. Burada Kur’ân san’at kavramını olumsuz mânâda karşı cinse kur yapma ve çıplaklığı (erotizmi) teşvik etme manasında kullanmıştır. 

Şöyle ki:

“Müslümanlara de ki: Gözlerini haramdan sakınsınlar, cinselliklerini korusunlar. Bu onlar için daha nezih ve daha temizdir. Hiç şüphesiz Allah, bu alanda yanlış yapanların san’atından çok iyi haberdardır.” (Nur Sûresi, 31)

Bu san’at kavramının beşinci kullanılışı, Allah’ın özenerek yaptığı yaratılış manasındadır. 

Şöyle ki:

“Sen dağları görüyorsun; onları donuk ve durgun sanıyorsun. Hâlbuki onlar bulutlar gibi hareket halindedirler. Bu durum, her şeyi sağlam yapan Allah’ın san’atıdır. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı biliyor.” (Neml, 88)

Altıncısı: Kur’ân bazen bütün bir hayatı ve bir süreci san’at sayıyor. Şöyle ki:

“Ey Musa, nefsim (somut tecellilerim) için seni ve bu hayatını özenerek (san’atlı olarak) seçtim.” (Taha, 41) “Ey Musa, senin üzerine kendimden özel bir sevgi bıraktım ki benim gözetimim (san’atım) altında güzel bir hayat ve san’at ortaya çıksın.” (Taha, 39)

Çağımızda Öne Çıkan San’at ve Kültür Yapısı

1) Yazının başında değindiğimiz gibi; san’at özenerek ve itina ile yapılan bir iştir. Dolayısıyla önemli bir muhtevası ve manası olmalı. Fakat çağımızda birçok kitap, film ve müzik ürünleri, estetik ve mana yüklü olması gerekirken, uyarma ve ajitasyon dışında bir fonksiyon taşımıyor.

2) Çağımızdaki san’atların çoğu ya abartı ve aşırılık ihtiva ediyor veya yetersiz ve bodurdur. Meselâ; korku işleyen filmler, hayatta ve gerçek durumda olandan belki on kat daha fazla korku veriyorlar. Ayrıca korkudan kurtulmanın çaresini de göstermiyorlar. Yaptıkları tek şey insan-daki korku damarını fazlaca ajite etmek; bu sayede yarı ölmüşlük sayılan durgunluğu gider-mektir. 

3) Çağımızda İslâmiyet dışındaki dinler hayatta aktif olmadıkları için san’at ve edebiyat çeşitleri içinde en fazla rağbet gören sürrealist çeşittir. Maalesef bu edebiyat, insanı realiteden ve hayattan koparan, onu havalandıran, bir yaprak gibi onu her tarafa savuran bir şeydir. Evet, sürrealist san’at ve edebiyat, insanı akıldan ve gerçeklikten koparan kurnazca bir tuzaktır. Evet, din de sürrealist edebiyat da insana sonsuzluk duygusunu hissettiriyor. 

4) Çağımızda Nihilist felsefeler çok egemen oldukları için her şey, dolayısıyla varlık da hayat da aşk da güzellik de anlamsız kaldıklarından; absürtlük ve anlamsızlık, san’ata ve edebiyata diğer çağlara oranla daha çok yansımıştır.

Bazı dinî metinlerde hamd ve istiğfar beraber zikrediliyor. Hamdın mânası: Sistem, hayat ve kâinat mükemmeldir. 

İstiğfarın manası: Var olan eksik ve kusurlar, insandan kaynaklanıyor. Onun için insan bağışlanma dilemeli. Maalesef bu varlık algısı bugün yok. Dolayısıyla hedonizmden başka insanın elinde hiçbir değer kalmıyor ki; o değerler san’ata ve sahneye yansıtılsın.

5) Gerçek san’atın muhtevası soyuttur ve hedef konusu sonsuzluğu hissettirmektir. Çağımızda materyalizm ve teknoloji (fabrikasyon) egemen olduğundan, soyutluk ve sonsuzluk manaları kaybolmuştur. Evet, karanlık ve aydınlığın zıtlığı gibi, materyalizm felsefesi ve hayat tarzı ile teknoloji ve fabrikasyon, insana nefes aldıran, sonsuz ve soyut değerlere zıttırlar.

6) Bazı Fransız düşünürler, san’attaki bu soyut ve sonsuz boyut kaybolmasın diye; San’at, san’at içindir; san’atta onu kirletecek başka bir amaç ve çıkar beklentisi olmamalı, demişlerdi. Maalesef bu prensip bugün yanlış kullanılıyor. Nitekim Fransızların o güzel sözünden; San’at, san’at içindir; onda mana ve muhteva olmamalı; olursa uyarma özelliği gider. Çünkü bazen çılgınlık ve absürt hareketler dahi san’at olabilir, yeter ki kitleleri ajite edebilsin, şeklindeki bir manayı anlıyorlar.

Yazımızı bir fıkra ile bitiriyoruz: 1970’li yıllarda sol blok kendi aralarında Deniz Ticaret Birliğini kuruyor. Sonra Sovyetler Birliği, sınırında deniz olmayan Çekoslovakya gibi ülkeler bu birlikte olmamalı, diye teklif veriyor. Çekoslovakya ise, Ruslara karşı, “ama sizde de kültür ve adalet olmadığı halde Rusya Devletinde Kültür ve Adalet Bakanlıkları var,” diyerek cevap veriyor..

Bahaeddin SAĞLAM / [email protected]

Okunma Sayısı: 988
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı