"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kardeşim Yeni Asya

18 Şubat 2018, Pazar
Gazetesini aldı. Hava güzeldi. Hem yavaş yavaş yürüyecek hem de okuyacaktı; her gün ayrı bir heyecanla bir sayfasını okumadan diğer sayfasına geçmediği, her sayfasını sürpriz olarak karşıladığı gazetesini.

Gazeteyi ortadan ikiye katlayıp güneşe aldırmadan yavaş yavaş yürümeye başladı. Manşeti ve sürmanşeti okudu. Gazetenin logosuna baktı. Kırk yıl öncesini hatırladı. Yeni Asya’nın ilk logosuyla karşılaştığı günü. Sonrasında Yeni Nesil’i, Tasvir’i… İtthad’ı hatırlamıyordu. Fakat bir Yeni Asya Bürosu’nda son sayılarından birini görmüş ve merakla incelemişti.

Yeni Asya ile tanışması, Risale-i Nurlar’la, “Tabiat Risalesi” ile ilk tanıştığı güne tevafuk ediyordu. Tabiat Risalesi’ni birisi okumuş diğer birisi de açıklamıştı; eczanedeki “şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar yalnız o miktarın akıp, beraber gidip ve toplanıp zihayat bir macunu teşkil edemeyeceğini…” Orada, pencerenin kenarında duran Yeni Asya’nın logosuna gözleri takılmış vaziyette dinlemişti okunup anlatılanları. Logonun kenarında ‘Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır’ yazmaktaydı. Bu sözün anlamını o günlerde bilmiyordu, fakat günlerce diline takılmıştı. ‘meşveret’ mefhumunun, hayatın maddî ve manevî, yöresel ve küresel akışını düzenleyecek bir şahs-ı manevinin mefhumu olduğunu çok sonraları anlamıştı.

“Tabiat Risalesi”ni müteakiben “Âyetü’l-Kübra” ve diğerleri günlerin biteviyeliğinde gözünden aklına ve kalbine akarken “Gazete okumak ister misin?” demişti mübelliğ-i Nur ona. Tevafuk o ki; o Mübelliğ-i Nur, üç ‘Nur’lu tanışıklığa’ vesile olmuştu hayatında. Risale-i Nur’la, ‘Naşir-i Nur’ olan Yeni Asya ile ve üçüncüsü ilk ikisinden on yıl sonrasına tekabül etmişti, ‘Eş’ olarak. “Evet, ama şimdilik her gün okumak imkânlarım müsait değil” diye cevap vermişti… Mübelliğ-i Nur ise ona bayiden her gün ücret ödemeden bir Yeni Asya’yı alıp okuyabileceğini söylemişti. Ertesi gün Naşir-i Nur olan Yeni Asya ile de yakinen tanışmıştı. Risale-i Nur ve Naşir-i Nur refakatinde zamanda yolculuk başlamıştı artık…

Yeni Asya’nın tıpkıbasımını yıllar sonra ilâve olarak gazeteyle birlikte aldığında ne sevinmişti, ilk yayına başladığı güne yetişememişliğin telâfisi mahiyetinde. Hâlâ saklamaktaydı hatıra olarak. Diğer ilâveler ve önemli gördüğü, tarihe not düşen sayılar gibi…

Bir taraftan yavaş yavaş yürüyor diğer taraftan da gazetesini okumaya devam ediyordu. Alışkın bir edayla ikinci sayfayı çevirdi. Sıcak hava da kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. İlerde, yol kenarındaki ağaçları düşündü; oraya az kalmıştı nasıl olsa. İkinci sayfadaki yazılar gündeme uygun olarak adalet vurgusu taşıyordu. Yazıları okumaya devam ederken, ağaçların gölge ettiği yola da varmıştı. Ağaçların gölgesinde ikinci sayfayı da okumuştu. Evet adalet ve gölge… “Adaletin gölgesinde olmak ne güzel…” dedi kendi kendine. Ya gölgeli adalet?.. İnsanı ve o insanın îmanî ve içtimaî hayatını ne hale getirirdi?… “Yaşasın adalet-i mahza, hakikî adalet…” dedi yine. Bu mefhumu öğrendiği Risale-i Nur ve Naşir-i Nur’a teşekkür ederek hayalen musafaha etti onlarla.

Diğer sayfalar ve köşe yazılarının bir kısmını okurken ağaçların bulunduğu yolu da bitirmek üzereydi. Hafiften bir rüzgâr okşadı yüzünü. Elindeki gazetesi de sayfaları değiştirirken bir bayrak gibi dalgalandı birkaç kez. Evet, bir bayraktı. Son zamanın (buna ‘ahir zaman’ demekte de bir sakınca olmasa gerek) ‘Hakaik-i İmaniye Bayraktarının’ bayrağı olarak… Gerçekten haber vermekteydi, ‘hakikattar bir şahs-ı manevinin’ bayrağı olarak… Gerçeklerin bayrak bayrak dalgalanmasına vesile olan…

Yazarlar ne de güzel yazılar yazıyorlardı. Başka bir bakış açısıyla Risale-i Nur’un bahislerine getirdikleri yorumlar ve güncel hadiselere bu zaviyeden bakış tarzları insanı heyecanlandırıyordu. Hele genç yazarları gördükçe “barekallah, fesuphanallah” diyordu. Ömerler, Hamzalar, Saidler, Ayşeler, Zeynepler ve daha niceleri… “Allah’ım bize de böyle nesiller nasip et, amin!” diye duâ etti, gazeteyi kolunun altına sıkıştırıp elini yüzüne sürdü…

“Eveet, geldik Elif’i okumaya…” dedi. Ve Elif sayfasını açtı. İşte Ömerler, Hamzalar, Saidler, Ayşeler, Zeynepler ve daha niceleri oradaydı. Tahsil görmekteydiler. Nurlardan aldıkları dersleri tekrar etmekteydiler. Kırk yıl öncesine gitti yine bir an, İstanbul’a. Elif’in ilk sayısının yayınlandığı günlerde gönderilmişlerdi Yeni Asya’yı ziyarete. İki refakatçı onları sabah ezanında karşılamıştı. Sonrasında gazeteyi ziyaret etmişlerdi. Yani yazarları…

Yeni Asya Naşir-i Nur olarak bir kardeş sayılmaz mıydı? Kutlular ile ilk tanışmalarında ve onunla musafahalarında o kardeşliği hissetmişlerdi… Şimdi o günlerin fedakârları, örnek insanları hâlâ o günkü halleriyle kalbindeydi. Sanki o günler manevî bir video olarak zihnine kaydedilmişti. O videoda, şu anda bir arada göremeyeceği bir çok fedakâr yer almaktaydı. “O videoda o zamanki halleriyle yer alan herkese rahmet olsun, Allah ittifak ve ittihatlarını daim eylesin, amin!” dedi. Ve yine gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırıp elini yüzüne sürdü. Gerçi birkaç gün önce o manevî videoda yer alan birilerinin muhalefetine “Ben sizin gibi düşünmüyorum…” demişti saygı çerçevesinde. Ne ise…

Zor zamanların gazetesiydi Yeni Asya… Ne badireler atlatmıştı… “Zaman ayırıp bu konudaki neşriyatı okumalı her okuyucusu; bu bir borç” diye düşündü. Öyle kitap ve broşürler vardı ki neşriyat arasında tekraren okunması bir ihtiyaçtı aslında. “Ne oldum(k)?” dememek için; ileriye dönük projeler için, “Ne olacağız ya da ne yapmalıyız? Hedeflerin neresindeyiz?” diye sorgulamak için. Çünkü “her şey tamam” denilen yerde başlıyordu bütün başlangıçlar, “her şey mükemmel” denilen yerde başlıyordu mükemmele başlayışlar… Nur demek îman demekti çünkü. Nur demek insanların kalbinin ve aklının zulümattan kurtarılması demekti Nurcular için.

Bir ölüm bir de tebrik ilânı okudu o arada. “Kalu inna lillah ve inna ileyhi raciuun. Allah rahmet eylesin, amin! Birimiz dünyada birimiz ahirette de olsak biz beraberiz.” dedi. Ardından da evli çiftlere mutluluk duâsı olarak  “Allah mutluluk versin, amin!” dedi. Şahs-ı maneviden haberdar olmak… Meşveretler, anmalar ve seminerler ile derslerin haberleri verilmekteydi diğer yandan… Müfritane irtibatın sebepleriydi. Belki bu da, dâvâ adamlarına has, şahs-ı manevî içerisinde bir sıla-i rahimdi, kim bilir… Musafaha terapilerinin de bir kliniğiydi belki de…

Eve yaklaşmıştı. Kafasını kaldırdı, gök yüzüne baktı, bir grup kuş hızla süzülüyordu. Karşıdaki dağlar hazan mevsiminin renklerine bulanmış İlâhî bir tablo olarak duruyordu. Önce bir mahzuniyet, sonra bir masumiyet ve daha sonra da uhuvvete has bir garip mutluluk kapladı içini. Vakit ikindiye yaklaşırken, hayatının hazan mevsimini yaşayan fedakârları düşündü bir an. Dâvâ adamı olmak kolay değildi. Fedakârlık istiyordu. Kendini sorguladı. “Ey! Sen bu fedakârlığın neresindesin; hazan mevsimi de geçiyor! Kış yakın; uyan!” dedi kendi kendine…

Evet… Uyanıklık; münebbih (uyarıcı) ve aynı zamanda mütenebbih (aklı başında) olmak… Hazan ya da bahar olsun. Her mevsimde dâvâ adamlarının şiarı idi ya da olmalıydı. Fakat bilhassa gençler Yeni Asya adlı kardeşlerini, ya da abilerini dipdiri hizmete koşturmak için, arkasında nurdan bir kuvvet oluşturmalıydılar. Naşir-i Nur olan Yeni Asya ile Risale-i Nur’un iman kurtarma hedefine yol alan sefinede birer hadim, birer dümenci neferi olmakla çok büyük kazançlar elde edileceği unutulmamalıydı. Ve bu dümenci neferleri hariçten dümen çevirenlerin (!) dümen suyuna girmemeliydi.

Evet, iman kurtarma hizmetindeki kimseler çok büyük muvaffakiyetlere namzettiler… Çünkü bu yolda rekabet yoktu, rakipsizdiler. Dale Carnegie’nin dediği gibi “Başkalarına hizmeti düşünen kimseler çok büyük muvaffakiyetlere namzettirler, çünkü rakipleri çok azdır.” Onun için “İhlâsın ve sadâkatın dahi velâyet gibi kerameti vardı. Belki bazan daha fevkindeydi.” (Barla Lâhikası).

Eve gelmişti. Kapıyı açmadan önce, gazetesini kucağına bastırdı ve “Kardeşimm!” dedi. “Seninle yürüyerek sohbet etmek iyi geldi. 

Allah, seni ve bizleri istikametten; yani adaletten, sadâkatten ve uhuvvetten ayırmasın. Amin!”

İrfan Süleymanoğlu / [email protected]

Okunma Sayısı: 866
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı