"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kitaplar ve bir kaygım

25 Ocak 2015, Pazar
Mösyö Madlen Victor Hugo’nun Sefilleri’ndeki bir roman kahramanıdır.

Yıllarca kürek mahkûmluğu yapmış olan kahramanımız zamanla şehrin belediye başkanı olmuştur. Geceleyin evine hırsız girer. Antika pirinç şamdanları torbasına koyup bahçe kapısından çıkmakta olan hırsızın arkasından yetişir ve ona seslenir:

“Bayım aldıkların pek işe yarayacak parçalar değil, asıl kıymetli olanlar şu elimdekilerdir al, iyi para eder.” diyerek daha değerlilerini hırsızın önüne bırakması hafızamda renkli bir tablo gibi canlılığını korur. 

Kitabı yetmişli yılların başında bir lise talebesiyken okumuştum. İşin ilginci Sefiller’i yine o yıllarda ortaokulda okuyan ev arkadaşım Musa Çelik hediye etmişti. Kitap o bilinen kapağıyla hayli yorgun olarak hâlâ kütüphanemdedir.

Zannımca romanımızın kahramanı, kötü yola düşen bir insanın o kötü davranışı zorunluluktan yapabileceğine inanıyor. Bu insanın suçunda herkes gibi kendisinin de payı bulunduğunu düşünüyor. Bu sebeple de eline geçen önemli fırsatı kaçırmamış, vicdanî borcunu birazcık olsun ödemiş oluyordu. Muhtemeldir ki kahramanında bu davranışı sergileyen Hugo’nun İslâm kültüründeki “züht ve takvâ”dan da haberi vardı.

Bizde roman, Tahtavî’nin Fransızcadan Arapçaya tercüme ettiği Telemak’ı, Yusuf Kâmil Paşa, Türk Edebiyatına ilk tercüme roman, “Terceme-i Telemak” adıyla kazandırmıştır. Takip eden yıllarda ise, Sefiller ve aslı doğu klâsiklerinden mülhem, “Hay İbni Yakzan”1 olan “Robinson Crusoe”nun tercümeleri yapılmıştır. Şurası bir gerçek ki Batı klâsiklerinden roman, hikâye, tiyatro vb. tarzlar bizim kültür dünyamıza yeni bir bakış açısı kazandırmış, müsbet katkı sağlayarak zenginleştirmiştir. Batı tarzında ilk telif roman olarak ise, Tanzimat dönemi yazarlarımızdan Namık Kemâl’in İntibah’ı, Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-u Talât ve Fıtnat’ı, Emin Nihad’ın Müsâmeratnâme’si zikredilir.

Bir tesbit şöyledir; “Avrupa’da 19. yüz yılda ortaya çıkan roman türü, Türk edebiyatına Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak kültürel bir gelişme sonunda değil, bir san’at çeşidi olarak ithal edilmiştir.” Haklı olarak her ithal nesnenin menfi-müsbet eleştirisi mutlaka yapılmıştır. Bu yeni yazım türlerinin tercümeleri zamanındaki bir tesbit de şöyledir; “Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâifi ulviyet, mezayâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân, onlar içinde gezer haricine çıkamaz; ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasviri hakikat. İşte yabâni edepse, hamaset noktasında hakperestliği etmez...”2 

Bize Avrupa’dan geçmiş olan edebiyat türleri-roman, hikâye, tiyatro gibi-  Kur’ân-ı Kerîm’deki ulvî ve yüksek meziyetlerin lezzetlerini yansıtamaz. Onlar gibi besleyici gıdalar veremez. Kendi terazisini ona ayarlayamaz. Edebiyatta üç tema vardır. Birisi aşk ve güzellik, ikincisi övünme ve kahramanlık ve diğeri de gerçeklerin tasviri, yani betimlemedir. Batının edebyatı ise geçmişini anlatma, övünme noktasında asla hakperest olamaz, gerçeği söylemez.)

Osmanlı’da, Batıdan yeni çevirilerin olduğu o yıllardaki bu düşünce yerinde bir tesbittir. Daha o zamandan bu günleri öngören bir tesbittir. Günümüzdeki Batı kültürünün ileri kolları olan edebiyat türlerinin ürünleri, adaptasyona tabi tutulmadan bizim kültür dünyamızı istilâ etmesi, bilimsel olarak çeşitli platformlarda tartışıla gelmektedir. Günümüzde elbette sansürün adı bile anılmamalı. Genç nesillerin okumada ve yazmada hür-özgür alanları olmalı. Fakat gençlerimizin de kendi kültürlerini koruyabilmeleri için, felsefeleri ve fikir dünyaları sağlam temelli olmalı. Kendi değerlerine ait orijinal dayanakları olmalı. Öz güvenleri tam nesiller olarak yetiştirilmeliler. 

Maalesef eğitimimizle bunu yapamadık. Dileriz emperyalistliğinden bugün de hiç taviz vermeyen Batı, daha bir asır bile olmayan Çanakkale Savaşlarında, Millî Mücadele yıllarında büyük masraflarla nail olamadığı emellerine ulaşamaz, diyemiyorum. Çünkü yayım dünyasının, yazılım dünyasının, medya dünyasının Batı’yla arasında süzgeç olmaksızın taşıdığı edebiyat adına ‘çöplük malûmat’ herkesi korkutmasa bile, kendi kültüründen nasibi olanları endişelendiriyor. Bugün, her ne kadar çok değerli romancı, şair, senarist, yönetmen varsa da yerli san’at ve edebiyat türlerinin üretilmesinde ve yayımlanmasında, dünya sıralamasının çok gerisindeyiz. İyi edebiyatçı ve san’atçılarımız zor yetişiyor. İhtiyacı karşılayamıyor. Yazdığımızı neslimize okutamıyoruz. Onlara hitap edemiyoruz.         

Bizim algımızdaki bir yanlış da roman, hikâye, şiir yazmanın gelgeç şeyler olarak kabul görmesidir. Bu türleri okuma yaşı ortaöğretim dönemi olarak bilinir. Yazma yaşı da kırklarda, ellilerin başlarında sona eriyor. Geniş bir kitle ileri yaşlarda roman okumayı, şiir yazmayı kendisine yakıştıramıyor. Bu yaşlarda eli kalem tutanları meşguliyet alanları, daha âlî kabul edilen fikirler, felsefeler, ideolojiler, çoğunlukla da siyaset oluyor. Arka planda bırakmamız sebebiyle de toplumun her kesimine hitabeden edebiyat türleriyle, kendimizden olan değerleri neslimize aktarmakta güçlük çekiyoruz. Elbette ki bu türler hayal dünyamızın geniş olduğu gençlik çağında, daha da kalıcı izler bırakıyor. Ama iyi bir roman, hikâye, şiir her yaşta keyifle okunur. İnsanın hayal dünyası her yaşta aktiftir.

Yaşlanmış, ama hâlâ roman, hikâye, şiir okuyan, yazan tecrübeli üstat, usta okurlarımız, yazarlarımız olması toplumumuzun kültür ve iletişim seviyesini elbetteki daha ilerilere taşıyacaktır. Her kesime hitabeden edebiyat türleriyle, biz kendimizden olan değerleri neslimize farklı bir tarzla aktarmalıyız. İşte burada devreye iyi romancılar, iyi hikâyeciler, iyi şairler giriyor. Onların da bu toplumda -yeterince olmasa bile- var olduğunu biliyoruz.

Bilhassa hikâye, roman, şiir bir filmden daha etkili, daha kalıcıdır. Bir filmin sahneleri yönetmen tarafından kurulur. İzleyici o sahneyi, dekoru beğenmeyebilir. Hâlbuki hikâye veya romanda sahneler okuyucunun hayal gücüne ve dünyasına göre şekillenir. Mesaj okuyucunun iletilmesi gereken duygusuna engelsiz ulaşır. Okuyucu hoşuna gidecek hayalî dekoru, sahneyi kurar. Onlarca film seyrederiz, doğru dürüst bir-iki cümle hatırımızda kalmaz, hâlbuki hikâyelerden, romanlardan, şiirlerden nice güzel sözler, beyitler hafızamızı süslemektedir. 

Türk milletine ve sayısı elliye ulaşan milletlere, idarecilik yapmış olan Osmanlı Hükümdarlarının yirmi beşi şairdi. Bazılarının bir-iki, hatta üç divânı vardı. Gazel, mersiye, naat’lara değişik mahlaslarla imza atmışlardır. Dönemlerinin şairleri olan; Bâki, Fuzûli, Nedim, Nefi, Nergisi, Neşati, Seyyid Vehbi, Şeyh Galib gibi daha birçok şairlere maddî manevî destek olmuşlardır. Toprağından hiçbir zaman şairleri eksik olmamış bu milletin, bu toprağın çocuklarının bunca kökeninden haberdar edilmeyişi, onların zevklerinden mahrum oluşu neslimiz adına çok büyük bir noksanlıktır.

Yeniden bir dirilişle; Mehmet Âkif’in Safahat’ına girerek görünen âlemle görünmeyen âlemler arasındaki perdeyi kaldırmaya çalışmalıyız. Ahmed Mithat Efendi’nin hikâyelerine dalıp, kurgu ve hayal dünyasından haberdar olmalıyız. Mahmud Kemal İnal’ın ilim ve kültür dünyamızın hazineleri olan eserlerinden haberdar olmak, son devir münevverlerinden birçoklarının yetiştiği konak sohbetleri için kapısını çalmalıyız. Bayezid Kütüphane’sinin hangi rafındaki hangi kitabın hangi sahifesinde hangi bilginin olduğunu araştırmacısına gösteren, on binlerce kitap kataloğunu kafasında taşıyan ayaklı kütüphanelerimizden İsmail Saib Sencer’le tozlu raflarda el yazması asırlık kitapları karıştırmalıyız. Yitik hazinemiz Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-it Türk’ünü büyük fedakârlıkla kütüphanemize kazandıran bir diğer kitap sevdalısı Ali Emiri Efendi’nin nasıl bir kitap delisi olduğunu bilmeli, öğrenmeli, çocuklarımızla birlikte bunun onurunu hissetmeliyiz. Onları tanımalı, gayretimizi arttırmalıyız. Hayranlıkla dikkatlerimizi başka kimselere değil kendi dedelerimize çevirmeliyiz. Hüseyin Vassaf’ın Sefine-i Evliya’sına binerek ledünnî âlemlerde seyahat etmeliyiz. Kulaklarımız ismini hiç duymamış olan sayısız mazanna-i kiramla –İlâhî ikrama mazhar olmuş kimseler- tanışmalıyız. 

Millet olarak bizler tarih, edebiyat, kültür, mimari, san’at hazinelerinin içindeyiz. Bunların kıymetini, oturduğu taşın altındaki hazineden haberi olmayan aç ve sefil fukaralar gibi bilgisizlik ve ilgisizlik yüzünden anlayamıyoruz. Hâlbuki onlardan ilham alarak dünyalar kuran dünyalar kadar yabancılar var. Biz de en azından kadim kültürümüzle yabancılar kadar dahi olsa ilgilenmeli, yine dünya çapında yazarlar, şairler çıkarmak sevdasında olmalıyız. Bu vadide olan roman, hikâye, makale, şiir, resim, karikatür san’atkârlarının geçmişinde mutlaka onlara bu işi sevdiren güzel insanlar vardır. Böylesi rehber insanlardan faydalanmalıyız.

Kütüb-ü Sitte’den olan Sahih-i Buhari’nin mütercimi Babanzâde Ahmed Naîm Efendi’yi araştırırken hayat hikâyesinin sonuna şöyle bir cümlenin ilâve edilmiş olduğunu gördüm: “Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, dârülfünûnun üniversiteye çevrildiği bu tarihte (1933) açıkta bırakıldı.” Halbuki Babanzâde din ilimlerinde olduğu gibi fen ve felsefe ilimlerinde de, eskilerin tabiriyle “yekta” kimseydi. Yeni üniversitenin böyle hocalara ne kadar da ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacın yüksek paralar verilerek Fransa’dan getirilen felsefe hocasıyla karşılandığı iyi bilinir. Maalesef, Osmanlı münevverlerinin birçoğunun hayat hikâyesinin sonunda yukarıdaki aynı notun ilâve edildiği görülmektedir. 

Bir arkadaşım anlattı; dedem medrese hocasıymış, medreseler kapanıp, mektepler okul; darülfünunlar üniversite olunca arkadaşlarıyla açıkta kalmış. Yeni okullarda hocalık verilmemiş. O da aç kalacak değil ya, mahallenin bir köşesine tahtadan bir kulübe yapmış. Başlamış mahallenin eski ayakkabılarını tamire… Günlük geçimini böyle temin ederken bir gün oğluna demiş ki: “Oğlum canım ne istiyor biliyor musun?” “Buyur baba ne istiyorsun?” demiş oğlu. “Fırından yeni çıkmış bir somun alsam, hemen şurada kırlara çıksam. Yenilecek otları tanırım. Onlardan bir demet toplayıp, bir ondan bir ondan ısırarak karnımı bir güzel doyursam” diye özlemini belirtmiş... 

Yeni açılan okullara öğretmen ihtiyacı varken, bugünkü anlamıyla profesör makamında olan kişilerin bir ekmeğe nasıl da muhtaç kaldıklarının acı bir örneğini bu anlatıda da görmek mümkün. O birikimli insanları yeni nesillerden öyle bir uzaklaştırmışız ki hâlâ onlarla köprüler kuramıyor, bin yıllık tarihi birikimimizden de istifade edemiyoruz. Okullara Osmanlı Türkçesi dersi konulmasıyla ilgili tartışmaları eski kültürümüzle aramızdaki yıkılan köprünün restorasyonu olarak görmemiz gerekir kanaatindeyim. Bu geç kalmış karar, ön yargısız olan her Türk münevverini fazlasıyla heyecanlandıracaktır. Vakti, Batının ve çağımızın iyi olanlarıyla; Doğunun ve tarihimizin güzel olanlarını birleştirme vaktidir. Derin bir tarihimiz, zengin bir kültür birikimimiz var. Bunları san’at ve edebiyatla neslimize anlatmak için ufku geniş, düşünen beyinlere, kalem tutan ellere ihtiyaç var. Bu vadide yürümeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Bugünlerde otobüste, metrobüste, tramvayda kitap okuyanları görmek beni mutlu ediyor. Ancak şöyle göz ucuyla kitabın kapağına baktığımda hemen hemen hepsinin de yabancı yazarlara ait olduğunu görmek bu sevincimi gölgeliyor. Acaba nasıl etsek de neslimizin eline bizi anlatan kitapları verebilsek?.. Batı kültürü teknolojisiyle teslim aldığı neslimizi kitaplar yoluyla kuşatmaya devam mı ediyor?  Sizce bu bendeki yersiz bir kaygı mı? 

Dipnotlar:

1- Dursun Gürlek, Millî Kültür Dergisi sayı: 11, yıl: 1977. 
2- Bediüzzaman, Sözler- Lemeat: 675.    

Muhsin DURAN

Okunma Sayısı: 910
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı