"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Şehr-i İstanbul’dan Diyar-ı Bekir’e...

16 Kasım 2014, Pazar
Uzun yıllardır İstanbul’da yaşayıp, belli yoğunluklar dolayısıyla trafiğinden, kalabalığından usananlar, bir süre buralardan uzaklaşıp, farklı şehirlere tatile giderken, can havliyle, kaçarcasına uzaklaşmaya çalışırlar.

Onları pek anlayamıyorum nedense. Böyle sıkıntıların şehrin güzelliklerine gölge düşürmesine izin vermiyorum kendi dünyamda. 
Ama, tebdil-i mekânda ferahlık olduğu kaidesinden hareketle arada bir gitmek lâzım elbet başka diyarlara. Ben de geçtiğimiz günlerde bir haftalık Diyar-ı Bekir ziyareti yaptım. Bu ziyaretimde beni şaşırtan, hoşuma gelen (Üstadımın tabiriyle), ümit verici bir iki şeye şahit oldum. Yazmama sebep de bunlar oldu. 
Hayat hızla akıp gidiyor; bazen canımız sıkkın olduğunda veya belli şeylerin beklentisi içerisinde olduğumuzda günler, saatler geçmezmiş gibi hissetsek de, film şeridi gibi akıp geçen, tekrarı olmayan, her anın biricik olduğu bir gidiş söz konusu. Film kurgusunda olduğu gibi flashback’ler de yapamıyoruz. Akıp giden anlardan güzel kareler yakalayıp, bunları tefekkür edebilirsek kâra geçebiliyoruz ancak. Aksi halde dünyanın oyun ve oyalanmaları zarardan ibaret kalıyor bizler için. Bizler her ne kadar gaflete meyilli olsak da, Cenâb-ı Hakk güzel anlar tevafuk ettiriyor yolculuğumuza. Bunları görmek de artık boynumuzun borcu oluyor. 
Rastgeldiğim anlardan bahsedeyim artık. Bir gün evimizin merdivenlerinden çıkarken, bir adam da iniyordu, adam iner inmez bir diyalog başladı. Apartmanımızın önündeki kaldırımda bir motorsiklet üzerinde küçücük bir çocuk duruyordu, başında da bir adam bekliyordu, merdivenden inen adam ise o çocuğun babasıydı muhtemelen. Çocuğun başında bekleyen adam, çocuğun babası gelince, arkamı dönüp bakmama sebep olan şu cümleyi söyledi ona: ‘’Ufacık çocuğu nasıl yalnız bırakıyorsun böyle sokak ortasında, Allah muhafaza, ya bir şey gelse başına…’’ Adamın sesinde şefkat vardı ve bu adam sadece oradan geçen herhangi biriydi. Çocuğu yalnız görünce şefkati harekete geçmiş ve babası gelene dek başında beklemişti. Bu şahit olduğum manzara, duyduğum sözler çok etkiledi beni. (Babanın ihmalkârlığını ise bahisten hariç tutuyorum.)
Bir gün de Şanlıurfa’ya gitme imkânım oldu. Yolda kahvaltı için bir yer bakınıyorduk, yanımızda yiyeceklerimiz de vardı, çayımız da. Ama bir güzel hatıra yaşayacakmışız ki, o çay kapağının kapalı olduğundan emin olduğumuz termostan dökülmüş de içinde bir şey kalmamış meğerse. Bizimkiler çayı boş verip bir yeşillik bulup oturalım dedilerse de ben mekân bulmakta ve çay içmekte ısrarcı oldum, kuru kuru gitmezdi ne de olsa. Tabi bu şahsî bir istekten ibaret değilmiş, bizi yönlendiren Zat-ı Zülcelâl her zaman olduğu gibi şefkatiyle, ikramıyla hayatımızın her yerindeymiş de biz her zaman göremiyormuşuz… Derken bir benzin istasyonuna girdik, istasyon görevlisi bir adam yanaştı yanımıza, isteğimizi belirttik ve hemen bize şirin bir çardakta yer gösterdi, ‘siz şöyle buyurun, ben çaylarınızı getireyim hemen’ dedi. Çaylar gelince başladık kahvaltıya, çaylar bitti, ikinci çayları istedik geldi. Bir süre sonra istasyon sahibi olma ihtimali yüksek olan bir beyefendi oradan geçerken ‘çayınız bittiyse getirelim’ dedi. Bu da hoşumuza gitti. Mutlu mesut bir kahvaltının sonunda çay parası ödeyecektik ki, bizi mahcup eden bir tevazu ile, çayları getiren görevli şaşırarak, ‘abla olur mu öyle şey, ikramımızdı onlar’ dedi ve biz ondan daha çok şaşırdık. Zira bugün en basit bir kafede bile çaylar en az 1 lira, bunun 5 liraya yükseldiği yerler de var. Kahvaltı yaptığımız istasyon da para kazanmaya uğraşan, marketi de olan bir yerdi, ama çaylar şirkettendi… Belki çok küçük bir şey gibi gelebilir kimilerinize; ama bizim için hiç unutulmayacak bir şey olarak anılarımıza yerleşti. 
Diyeceğim şu ki: Hayatta başımıza gelen her şeyde, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bize güzel görüneninden, çirkin görünenine dek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmeti, iradesi, rahmeti, lütfu ve daha bir çok isim ve sıfatı mevcut. Bizlerin de dünyaya gelme hikmeti, yaşadıklarımızı, şahit olduklarımızı tefekkür edip O’nu tanıyarak, O’na kulluk vazifemizi ifa etmek… Bizden istenen hayatın içinde ve gizli-açık bütün ayrıntılarda yer alıyor. Bulamamak, gafletten başka bir şey değil. Fark etmek ise kulluğun ta kendisi…
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emrine uymaktan geçiyor belki de kulluğun anlaşılması. Zirâ ‘Oku’ diyor Kâinatın Sahibi. O’nun Kadir-i Mutlak olduğunu düşün ve oku, kâinatı oku, kendini oku… Elbet sadece kâğıda basılı kitabı açıp okumaktan ibaret olamazdı bu emir. Kâinat kitabını da oku diyordu...
Ve ‘’bütün tehlike okuyamamaktan çıkıyor. Okuyamamaktan kork!’’ diyor Nur’un en parlak yıldızı. O halde, ey nefsim, ey yolcu, durma Oku! Zirâ kabirde okuyamayacaksın…

Şulenur YILDIRIM / [email protected]

Okunma Sayısı: 1047
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı