"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“Risaleler umumun malıdır” gibi ifadeleri nasıl anlamalı?

15 Mart 2013, Cuma
FİKRÎ HAKLAR MEVZUATI AÇISINDAN NUR RİSALELERİNİN NEŞRİ VE İŞLENMESİ-1

GİRİŞ
Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1900’lü yılların ilk yarısında telif edilmiş olan Risale-i Nur Külliyatına dahil eserler, gerek muhtevası ve telif biçimi ve gerekse hukuk düzeni açısından yaşadığı yasaklama ve engelleme gibi zorlu süreçler sebebiyle oldukça özgündür. Bu müstesna niteliğine bir de bu eserlerin her tür engellemeye rağmen çok okunan ve çok kişi tarafından sahiplenilen, çok dile tercüme edilen, üzerinde çok çalışılan ve işlenilen ve dolayısıyla çok satılan eserler olduğu gerçeği eklendiğinde, bu eserler üzerindeki fikrî haklar konusu, kendiliğinden, oldukça önemli bir hale gelmiş olmaktadır.
Diğer ifadeyle Risalelerin kendisi kadar, bu eserler üzerindeki telif hakları konusu da ilginç ve müzakereye muhtaç bir konudur. Konu hakkında bu güne kadar hukukçularca herhangi bir akademik çalışma yapılmamış olması da ihtiyacı arttırmaktadır.
Okuyacağınız makale, tarafımızdan, Ankara’daki Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemelerinde bilirkişilik de yapan bir Ticaret Hukuku öğretim üyesi olarak ve bu alandaki uzmanlığımız dolayısıyla kaleme alınmıştır. Ancak çalışmalarımız sırasında gördük ki konu maddî hukuk alanındaki uzmanlık yardımıyla kolaylıkla açığa kavuşturulamayacak kadar özgün ve farklıdır. (Bu sebeple konu ile ilgili gördüğüm bazı “Nur Talebeleri”nden özel destek almış bulunuyorum. Kendilerine bu vesileyle teşekkür ediyorum).
Bütün bu sebeplerle, aşağıda görülecek olan üslûbumuz da tekliflerimiz de klâsik bilimsel makale yaklaşımından hayli uzaktır.

İNCELEME PLANI
Ana konumuz Risaleler üzerindeki telif hakları ve diğer fikrî haklardır. Ancak okuyucunun zihnini bu konuya hazırlamak üzere birinci başlıkta önce Nur Risaleleri açısından fikrî hak kavramını ele alacağız (Bu başlığı okumaktan sıkılacak okuyucularımızın doğrudan ikinci başlığa geçmelerini tavsiye ederiz).
Ardından, ikinci başlıkta, Risaleler üzerindeki fikrî mülkiyet hakkı ile müellifi arasındaki ilişkiyi ve müellifinin vefatından sonra bu eserler üzerindeki hakkın kime ya da kimlere ait olduğunu ve olması gerektiğini Risalelerden yola çıkarak tesbit edeceğiz. Bu başlıkta bilhassa Risalelerdeki vasiyetnameler ve vârislik konularını ele alacağız.
Daha sonra üçüncü başlıkta Risaleler üzerindeki yayın haklarının malî hak ve manevî hak boyutlarını hukukî yönden değerlendireceğiz.
Dördüncü başlıkta Risalelerin neşri hususundaki hukukî ve fiilî durumu inceleyeceğiz.
Son olarak beşinci başlıkta ise Risalelerin şerh, tanzim, sadeleştirme, v.s. biçimde “işlenmesi”nin hukukî sınırlarını değerlendireceğiz.
Sonuç kısmında ise küçük bir özetle makalede ulaştığımız sonuçları sıralayacağız.

1. NUR RİSALELERİ AÇISINDAN FİKRÎ HAKLAR KAVRAMI
a) Genel olarak fikrî hakların niteliği

1. Bu günkü modern hukuk düzeni kişinin eşyası üzerindeki haklarını başkalarının tecavüzüne karşı korurken maddî varlık türünden eşya ile maddî varlığı olmayan (gayr-ı maddî) varlıkları birbirinden ayırmakta ve ayrı koruma kuralları öngörmektedir.
Bu kural farklılığını Köprü dergisi okuyucularının yakından bileceğini düşündüğümüz meşhur bir kavramlaştırma olan “mânâ-yı harfî ve mânâ-yı ismî” kavramları yardımıyla ve bir örnekle şu şekilde ifade edebiliriz:
 
2. Bir kitabı açtığımızda iki şey görürüz. Bu iki şey aslında iki ayrı bakış açısının ürünü olan iki algıdır:
Birinci tür bakışta, bakanın aklına, kâğıt ve kâğıdın üzerinde yer alan ve boya ile yazılmış harfler görünür. Gerçekten, “sadece harfler”e bakan harfleri görür ve biliyorsa harflerin ismini aklına getirir. Harfleri tanıyan yani okuyabilen bir kişinin, bilmediği bir dil ile yazılmış bir kitaba bakışında durum budur. Buna, harflere mânâ-yı ismî ile bakmak denir. Harfler sadece ve bizzat kendilerini gösterirler.
İkinci bakış türünde, kitaba bakmak ve harfleri okumakla değil kitabı okumakla elde edilen şey, yani kitabın satırlarında, cümle ve kelimelerinde saklı fikirler akla görünür. Bunlar kitaptaki harflere tek tek harf olarak bakanın göremeyeceği, ama kitaptaki harflerin yan yana geliş biçimine bakanın görebileceği mânâlardır. Harfleri tanıyan ve müellifin (harfleri birbirine telif edenin) dilini bilen kişinin kitabı “okuması” bu şekildedir. Buna da harflere mânâ-yı harfî ile bakmak denir. Burada harfler kendilerini değil, müellifin fikrini yani o harfleri, kelimeleri ve cümleleri o biçimde bir araya getirmesinin ve birbiriyle telif etmesinin sebebini (ideyi-ideayı) gösterirler.
 
3. Elle yazılmış bir kitabı—ki esasen kitap ketebe’den gelir ve elle yazılandır, matbaa sonraki bir icattır—ilk yazan yani telif eden kişi, bu yazıyı tanıyan birine bu kitabı verdiğinde ya da gönderdiğinde (mektup ettiğinde), maksadı, alanın bu mektuba mânâ-yı harfî ile bakması yani kitabın mânâsını okumasıdır.
Aynı şekilde matbaada tab’ edilen bir kitabı piyasaya çıkaran da kitaptaki mânâların anlaşılmasını ister.
 
4. O halde, kitabın maddesi, harflerin biçimi-şekli ve kelimelerin lâfzı, mânâ içindir. 
Kitabı telif eden, te’lifâtına sahip çıkmakla kitaptaki mânâyı korumak ister. Kitabı elinde tutan da kitabın maddesini korumakla aslında yine kitabın mânâsını kendisinde muhafaza etmek ister. Her ikisi de kitaba mânâ-yı harfî ile bakmaktadır. Kitabın muhtevasındaki mânâsı ile değil de kâğıdı ve mürekkebi ile ilgilenen bir antikacı ise kitaba kitap olarak değil, madde olarak değer vermektedir ve dolayısıyla mânâ-yı ismî ile bakmaktadır. 
 
5. “Bu kitap kimin?” sorusunda “kimin” kelimesi mülkiyeti ifade eder.
Bir kitabın, soruda kastedilen mânâda iki sahibi vardır. Birincisi “bu kitap kimin eseri” sorusunun cevabı olarak, “kitabın müellifi” yani kitabın mânâ’sının “sahibi”dir. İkincisi “bu kitap kimin malı” sorusunun cevabı olarak da bu kitabı kitapçıdan satın alan ve zilyedi olan kişi, yani kitabın madde’sinin malikidir.
Bir kitabın mânâsına tecavüz ile kitabın maddesine tecavüz farklı fiillerle gerçekleşir. Bu hak ihlâlleri, sahibinin hakkına farklı şekillerde etki eder. Dolayısıyla, tecavüzü engellemek ve sonuçlarını ortadan kaldırabilmek için de farklı koruma kurallarına ihtiyaç vardır.
 
6. Kitap örneğinden yola çıkarak anlattığımız bu ikili ayrım, varlık değeri maddesi ile sınırlı olmayan başka tür varlıklarda da kendisini gösterir.
Meselâ bir buluşu içeren ya da bir buluşun sonucu olan ürünü düşünelim. Buluş ile buluş kullanılarak yapılan ürün farklı koruma kurallarına tabidir. Buluş patentlenerek, ürün ise mülkiyet kuralları yardımıyla korunur.
Meselâ bir ticarî ürünü benzer diğerlerinden ayırt eden alâmet-i farika durumundaki “marka” ile, markanın üzerinde kullanıldığı “markalı eşya”yı düşünelim. İkisi farklı şeylerdir ve farklı şekillerde korunurlar.
 
b) Fikrî hakların kaynağı
1. Devlet ve hukuk düzeni açısından kıymet ifade eden haklar kanunla tarif edilir ve korunurlar. Böylece haklar bir mânâda kanundan kaynaklanmış olur.
Belirtelim ki “hakkın kaynağı” derken aslında hakkın devlet tarafından tanınan sınırlarını görünür-bilinir hale getiren ve çoğu yazılı olan kurallar kastedilmekte, kurallar “kaynak” olarak ifade edilmektedir.
 
2. Ancak bu yaklaşım sığdır ve yetersizdir. Zira kurallar kaynak ise “onların kaynağı nedir” sorusu kaçınılmazdır. İlk ve basit cevap “kural koyanlar”ı kaynak olarak göstermektir. Bu halde de “kural koyanların varlığının ve kural koyma yetkisinin kaynağı nedir” sorusu kaçınılmaz olacaktır.
O halde gerçek mânâda hakkın kaynağı, bütün varlıkların ve bir varlık olarak hakkın Yaratıcısıdır. Diğer ifadeyle hakkın kaynağı Cenâb-ı Hak’tır.
 
3. Yine bu sebeple bütün hakların nihaî ve esas sahibi de Cenâb-ı Hak’tır. Dolayısıyla, her bir hak ihlâli, önce o hakkın görünüşte sahibinin hakkını ihlâl ediyor gibi görünse de hakların sahiplerinin de bir Sahibi olduğuna göre her bir hak ihlâli aslında Cenâb-ı Hakk’ın hakkını ihlâl etmektedir.
Yine bu yaklaşıma göre insanların kendi haklarını korumada acze düştükleri ya da haklarını korumaya ihtiyaç duymadıkları her durumda hakkın gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hak o hakkı koruyacak ve sahibine verecektir. (Bu yaklaşımın önemli bir sonucunu, aşağıda, “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır” hükmünü tarif ederken göreceğiz).
 
4. Bu ön bilgilerden sona fikrî haklara ilişkin koruma kurallarına gelecek olursak;
Maddî varlıklara ilişkin koruma kuralları Medenî Kanunun Eşya Hukuku Kitabında mülkiyet hakkı çerçevesinde düzenlenirken, gayrı maddî iktisadî varlıklara ilişkin koruma kuralları Fikrî ve Sınaî Haklar Mevzuatında yer almaktadır.
Kitap ve benzeri fikir ve san’at eserlerine ilişkin fikrî hak koruması ilk olarak 8 Mayıs 1910 tarihli Hakk-ı Telif Kanunu ile ve daha sonra da bu kanunu geliştiren 05.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) ile düzenlenmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı bir küçük kitaplar (risaleler) külliyatı olduğuna göre hukukî koruma rejimi bu Kanundaki kurallara tabi olacaktır. Biz de aşağıda bu kanundaki yaklaşımı ele alacağız. Ancak kanunî durumu incelemeden önce Bediüzzaman’ın iradesini ve fiilî durumu açıklayacağız.

2. RİSALELER ÜZERİNDEKİ FİKRÎ HAKLARA RİSALELERDEN BAKIŞ
a) Nur Risaleleri kimin “malı?” (Eserlerin sahibi kim?)

1. FSEK kapsamında korunan “eser”, Kanunun 1. maddesinde şu şekilde tarif edilmiştir: “Eser: Sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musıkî, güzel san’atlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nev’î fikir ve san’at mahsullerini” ifade eder.
Nur Risalelerinin bu kapsamda “eser” olduklarında şüphe yoktur.
 
2. FSEK 8/1 “Bir eserin sahibi, onu meydana getirendir” demektedir. “Meydana getirmek,” “ortaya çıkarmak” gibi bir mânâya gelir (Kanunda “yaratma” kelimesinin kullanılmamış olması kayda değer bir husustur).
Bir eserin ilham ürünü mü yoksa çalışma ve gayret ürünü mü olduğu hususu, eserin sahiplenilmesi açısından, kanun nazarında önem taşımaz. Buna karşılık uygulamada—kanundan da ilhamen—ilhamî eserlere genellikle “san’at ve edebiyat eserleri,” çalışma ürünü (kesbî) olan eserlere de genellikle “ilmî” ya da “bilimsel” eserler denmektedir. Ancak bu ayrım, ayrı bir eser grubu olarak kabul edilebilecek olan “dinî eserler” için bir mânâ ifade etmemektedir.
Zira bilhassa feyz ve ilham eseri olan dinî eserler, kâr ve menfaat değil, ihlâs ve hamiyet esası üzerine otururlar: Bediüzzaman (Mektubat, s. 72) bu hususu şöyle tarif eder:
“hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’ânîye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.”
 
3. Risale-i Nur Külliyatına dahil Risalelerin müellifi, Bediüzzaman Said Nursî’dir. Yazıya geçirme genellikle bizzat kendisinin el yazısıyla ya da daktilo, v.b. ile yazması biçiminde değil, söyleyip yazdırma biçiminde gerçekleşmiştir.
Said Nursî ismi, Bediüzzaman’ın hukuken bilinen mânâda “mahlas”ıdır. Bediüzzaman adı da Said Nursî’nin lâkabıdır. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet döneminde nüfus kütüğüne kayıtlı resmî adı Said Okur’dur ve fakat te’lifâtını bu isimle değil “Bediüzzaman Said Nursî” adıyla neşretmiştir.
Bu bilgiye göre ve şeklen, Nur Risaleleri Bediüzzaman’ın malıdır.
 
4. Ancak Bediüzzaman Risalelerde çok defa “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır” demektedir. Bu hükmün farklı mânâları bulunabilir:
Birinci olarak “Risale-i Nur benim malım değil, Kur’ân’ın malıdır, dolayısıyla muhataplar benim şahsî ve indî fikirlerimi okur gibi değil, Kur’ân’ın bir tefsirini okur şekilde okusunlar” demektedir.
İkincisi “Risale-i Nur sadece bir grubun malı ya da el kitabı değil, Kur’ân’ın malıdır, dolayısıyla Kur’ân’a sahip çıkan herkes bu eserlere de sahip çıkabilir, müşteri ve muhatap olabilir” demektedir.
Ancak her halde bu söz, “Ben bu kitaplara ve fikirlere sahip çıkmıyorum, dileyen dilediği şekilde neşredip para kazanabilir, dönüştürebilir, üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilir” mânâsına gelmez. Zira her eser gibi bu eserler de tahrif veya tecavüze uğrayabilir ve tahriflerden korunmalıdır.
Aynı şekilde, bu söz, “Kur’ân’ı kim koruyorsa bu eserleri de o korur, dolayısıyla başka bir koruma sistemine veya hak-hukuk düzenine gerek yoktur” mânâsına da gelmez. Zira Kur’ân’ı da Allah korur, ama bu koruma, bir devletin, Kur’ân’ı tahriften korumak üzere düzen kurmasına, meselâ Mushafların asla uygunluğunu kontrol ederek mühür vurmasına mani değildir.
 
5. Bediüzzaman bazı eserlerinde de “Risaleler umumun malıdır” veya “mal-ı umumîdir” demektedir. Meselâ Birinci Emirdağ Lâhikası s. 140’taki mektubunda yer alan “Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle” ifadelerinde durum böyledir.
Burada umuma ait olmak, bir gruba ya da tarafa ait olmamak mânâsındadır. Her halde maksat, herkesin istifadesine sunabilmenin ancak herkesin sahiplenebilmesi ile olduğunu ifade etmektir.
Nitekim Bediüzzaman (Mektubat, s. 412’de) bu hususta şunları yazmaktadır:
“Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, katî delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi, farz-ı muhâl olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler”.
Bu paragrafta geçen mîrî malı olmak, herkesin istifadesine açık olmak mânâsında olsa gerektir.
 
6. Yine Birinci Emirdağ Lâhikasında (s. 251) “Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir” denilmektedir. Aynı mektupta, bazı âlimlerin ve yayıncıların, Risalelerden bazı parçaları, müellif olarak Bediüzzaman’ın adını da zikretmeden yayınlamalarına da itiraz edilmemekte ve hatta “İnşaallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar” denilmektedir.
Bu beyanlar da Risalelerin daha fazla kişiye ulaştırılması hedefinin basamakları olarak görülmelidir. Yoksa müellifinin eserini sahiplenmekten vazgeçmesi ve umuma “terk etmesi” mânâsında değildir.
 
7. O halde Bediüzzaman’ın telifi olan Risale-i Nur Külliyatının ve Külliyata dahil etmediği diğer eserlerinin FSEK mânâsında “eser sahibi” Bediüzzaman Said Nursî’dir. Vefatından önce bu sahiplik tartışma konusu olmadığı gibi bir mânâda “ateşten gömlek” gibi idi.
Ancak vefatından sonra sahipliğin ve dolayısıyla hakların kime geçeceği ve geçtiği önemlidir ve ayrı bir husustur. Aşağıda ele alınacaktır.
 
—DEVAMI HAFTAYA—
 
PROF. DR. AHMET BATTAL
Turgut Özal Ünv. Hukuk Fakültesi
Ticaret Hukuku Öðr. Üyesi
Okunma Sayısı: 6149
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı