"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Avrupa Birliğinde din İle İlişkiler

28 Aralık 2018, Cuma
Avrupa demokrasilerinin temel ilkesi olan ve her ne kadar teoride basit bir tanımla ‘Devlet’in dinlerin içişlerine karışmaması ve dinlerin de Devlet organizasyonunun içişlerine karışmaması’ olan laikliğin, pratikte hiç de o kadar basit bir uygulaması olmamıştır.

Avrupa Birliği içinde din-devlet ilişkileri konusunu ele alan Avrupalı düşünürler, ister istemez Katolik Kilisesi’yle yaşanmış tarihî tecrübenin etkisi altındadırlar. Bu sebeple, Hıristiyanlık ve özellikle Katolik Kilisesi onlarda bu tecrübeleri çağrıştırmakta ve ‘laiklik’ tanımlamalarına etki etmektedir. Avrupa demokrasilerinin temel ilkesi olan ve her ne kadar teoride basit bir tanımla ‘Devlet’in dinlerin içişlerine karışmaması ve dinlerin de Devlet organizasyonunun içişlerine karışmaması’ olan laikliğin, pratikte hiç de o kadar basit bir uygulaması olmamıştır. Öyle ki, aynı Avrupa Birliği içerisinde birbirinden farklı laiklik uygulamaları ve anlayışlarına rastlamak mümkündür. Bu sebeple, bir Fransız laikliğinden veya bir İngiliz laikliğinden söz edilebilmektedir. Dine karşı farklı tutumlara sahip insanlardan oluşan bu ülkelerde laiklik, çoğunluğun kabul ettiği din, buna bağlı ahlâkî ilkeler ve hayat tarzının azınlıktaki başka dinlere mensup olanlar ile hiçbir dine mensup olmayan vatandaşlara empoze edilmesine engel olan bir ilkedir. Ancak, bu ilkenin yorumu ve pratiğe aktarımı her ülkenin kendi tarihî ve sosyo-politik algılamalarına göre farklılık arz etmektedir.

Her ne kadar din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olan laiklik ilkesinde anlaşma olsa da, en önemli farklılık Avrupa Birliği üyesi ülkeleri arasında söz konusu ilkelerin uygulamaya geçirilmesinde farklı algılayışların olmasıdır. Öyle ki, Ignace Berten’e göre her Avrupa ülkesinde farklı algılanan bu ilkenin her bir ülkeye göre ayrı birer tarihî serüveni de vardır. 1

Avrupa Birliği’ni oluşturan üye ülkelerin laiklik anlayışlarının dayandığı bazı temel kabullerin neler olduğunu ana hatları ile tesbit etmek mümkündür. Buna göre, hem devlet, hem de dinin ilgilendiği farklı alanlar vardır. Bunlardan her biri kendi sahalarında otonomi sahibidirler ve birbirlerinin içişlerine karışmazlar. Meselâ, hiçbir din kendi inançlarından hareketle ve ona dayanarak herhangi bir pratiğin devlet tarafından kabul edilerek uygulanmasını isteyemez. Bu noktada, dinî inançlarına göre bir kimsenin cezalandırılmasını istemek mümkün değildir. Yapılan suçun cezası ve bu cezanın nasıl ve ne biçimde uygulanacağı devlet tarafından tesbit edilir. Daha basit bir örnekleme ile, insan öldürmek devlet tarafından bir suç olarak kabul edildiği için, insan kurban etmeyi uygulayan veya kendi kendini öldürmeyi ibadet sayan bir din böyle bir pratiği yerine getiremez.

Dinin temel inançlarından hareketle devlet işlerine müdahale etmemesi gerektiği o kadar temel bir anlayış olmuştur ki, meselâ Şili’de ve Brezilya’da Katolik Kilisesi’nin devlet tarafından yapılan işkencelerin kabul edilemez olduğunu söylemesi bile dinin devlet işlerine karışması ve Kilise’nin politikaya müdahalesi şeklinde yorumlanmıştır. Aslında, bu örnek din ile devlet işlerinin birbirine müdahale etmemesinin her zaman mümkün olmadığını açıkça göstermektedir. Her ne kadar Avrupa’nın yakın tarihinde aksi örnekler olsa da, prensip itibariyle Hıristiyanlar ve özellikle Katolik Kilisesi totaliter bir rejimi desteklememeleri gerekmektedir. Ancak, buna rağmen hâlâ bazı totaliter rejimlerle ilişkiler ve ittifaklar yapılmaya devam edilmektedir. Aynı şekilde prensipte devlet, hukuk devletini zedeleyecek bir dinî oluşumun meydana gelmesine izin vermemelidir. Oysa, gerçeklere bakıldığında, bazı devletler yaptıkları hukuksuzluğu dinî gerekçe göstererek meşrûlaştırmışlar ve bu durum hâlâ da devam etmektedirler.

Öte yandan, din ve devletin karışıp karışmayacağı belli olmayan flu alanlar da vardır. Meselâ, devletin insanların hayatlarının ‘varlığına bir anlam verme’ gibi bir görevi yoktur. Bu durum, özellikle Avrupa Birliği’nin Anayasa taslağının hazırlanmasında gündeme gelmiş ve Birliğin dayandığı kültürel temellerin tesbitinde ilginç tartışmalara sebep olmuştur. Birliğin Hıristiyan kültür temeline dayandığının teklif edilmesi bu açıdan yoğun eleştirilere sebep olmuştur. Gerçekten, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler ve o ülkelerin vatandaşları çok farklı din ve kültüre mensup iken Birliğin Anayasasına böyle bir maddenin eklenmesi, temelde bir devlet organizasyonu olan Birliğin belli bir dini empoze etmesi şeklinde algılanmıştır ve haklı olarak karşı çıkılmıştır. Zira, sadece Hıristiyanlığın zikredilmesinin dahi ‘hangi Hıristiyanlık?’ sorularını beraberinde getireceği gündeme gelmiştir. Bu konuda Birliğin yapabileceği şeyin, ortak değerlere vurgu olacağı kabul edilmiştir. Zira, devlet bir anlamda kendisini oluşturan vatandaşların mensup oldukları farklı dinî inançların ortak kabulleri üzerine bina edilmiş bir müessese olduğu için, ortak değerlere vurgu yapmasının daha doğru olacağı ileri sürülmüştür. Bu sebeple, Avrupa Birliği’nin Temel haklar antlaşması, anayasa metninin Giriş kısmı ve Anayasa projesinin I. başlığında bu ortak ve bütün vatandaşlarca benimsenen değerlere atıflar yapılmaktadır.

İlke olarak laikliğin tanımında ahlâkî ilkelere karşı tutum, bunların tamamen şahsî kabuller oldukları yönündedir. Bu sebeple, en genel anlamıyla bir şeyin ahlâkî olup olmadığını tesbit etmek devletin görevleri arasında yer almamaktadır. Bu sebeple, fakirlere yardımın iyi olduğunu veya düşkünlere yardım etmenin güzel bir davranış olduğunu belirlemek devletin görevleri dışındadır. Meselâ, yukarıda da işaret edildiği üzere, her ne kadar dinen ‘insan öldürmek’ doğru kabul edilmese de, insan öldürmenin ceza gerektirdiği devletin yasaları ile belirlenmektedir. Yani, devlet bu yasayı Yahudi ve Hıristiyanlığın kabul ettiği bir ahlâkî ilke olan ‘Öldürmeyeceksin!’ esasından hareketle koymaz. Ancak, Avrupalı siyaset bilimcilere göre, devletin bunu yasak kabul etmesinin temelinde bu ortak kabulün olmadığı da söylenemez. Bu sebeple, bu yasanın sadece ‘toplum düzenini’ koruma ilkesine dayandığını söylemek zordur. Bununla beraber, bu konuda din ile devlet arasında bir uyum söz konusudur, denebilir.

Ancak, Avrupa’da her konuda din ve devletin sosyal projelerinin birbiriyle uyuştuğu söylenemez. Nitekim, yakın zamanda çeşitli konularda hem Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler hem de Birliğin yasama organları tarafından alınan kararlar, Katolik Kilisesi ile Birliği oluşturan bazı devletleri karşı karşıya getirmiştir. Bunlar içerisinde doğum kontrolü, kürtaj, homoseksüellerin evliliği, homoseksüellerin yetimhanelerden bakmak üzere çocuk almaları ve boşanma gibi konular Katolik Kilisesi ile Avrupa Birliği ülkelerini karşılıklı itham etme noktasına getirmiştir. Bu konuların tamamına Hıristiyan dindarlar açıkça karşı çıkmışlar ve söz konusu yasaların çıkmaması için büyük gayret sarfetmişlerdir. Ancak, her defasında dinin devlete müdahale etmesi şeklinde yorumlanmış ve genellikle ‘özgürlükler’ yönünde kararlar çıkmıştır. 2

Tabiî, bu durum bazı sorgulamaları da beraberinde getirmiştir. Meselâ, “İki kişinin düello yaparak birbirini öldürmesini yasaklayan yasalar, nasıl oluyor da kürtaja cevaz verebilmekte? Oysa, bu da bir canın diğer bir can tarafından yok edilmesinden başka bir şey değildir. Kürtajın hamileliğin 9. ayından önce yapılmasıyla sonra yapılması arasında ne gibi bir meşrûiyet farkı var?” diye eleştirilerini yönelten Katolik Kilisesi, aslında birçok Avrupa Birliği ülkelerinde açıkça yasak olan kendi kendini sakatlama ve kendi vücuduna zarar vermenin de şahsî tercih olarak kabul edilmesi gerektiğini ve bu noktada bir çifte standardın olduğunu ileri sürmektedir.

Diğer yandan, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin kolektif bir ahlâk problemi olarak göç ve sığınmacılara ilişkin geliştireceği tutumu sadece din-devlet ilişkilerinin ayrı tutulmasından hareketle belirleyemez. Avrupa Birliği’nin ahlâkî sorunları ve sorumlulukları üzerine düşünen Ignace Berten’e göre Birlik, şu ya da bu şekilde bu konularda bir karar almalıdır.

Avrupa Birliği’ndeki din ve devlet ilişkilerinin buluştuğu ortak noktalardan bir diğeri, insan klonlamanın yasaklanmasıdır. Her ne kadar böyle bir şeyi şahıslar kabul etse bile, bunun pratiğe geçirilmesini devletler yasa ile yasaklamaktadırlar.

Ignace Berten’e göre şahsî dinî tercih ile devlet yasalarının yapılmasında diğer önemli bir konu ise, çok kültürlü bir toplumda yaşayan insanların farklı dinî uygulamalarına karşı geliştirilecek olan tavırlardır. Zira, çok eşlilik ve kadınların sünnet olması uygulaması Avrupa kültürüne mensup insanların çoğunluğunu oluşturduğu Avrupa Birliği ülkelerinde yine aynı çoğunluğun kabul ettiği İnsan Hakları adına yasalarla yasaklanmaktadır. Hatta kimileri, yine aynı yasaya dayanarak erkeklerin sünnet olmasını da yasaklamak istemektedir. Bu ise Yahudiler tarafından bir skandal olarak kabul edilmektedir. Ignace Berten’e göre, aynı şekilde, Avrupa Birliği ülkelerinde azınlıkta olan bir grubun kültürel veya dinî tercihleri dolayısıyla benimsedikleri giyim kuşamlarla ilgili düzenlemeler yine aynı tartışmaların gündemini oluşturmaktadır. Berten’e göre bu durum, bir yönüyle entegrasyon programları, bir yönüyle vatandaşlar arasında uyum içinde bir arada yaşama politikasını bir yönüyle de cinsiyetler arası eşitlik ilkesini ilgilendirmektedir ve Avrupa Birliği ülkelerinde alınacak olan kararlar bütün bu boyutları dikkate almalıdır.

Yukarıdan itibaren işaret edilen sorunlar, Avrupa Birliği’nin din - devlet ilişkilerinde gündeme gelen sorunlardır ve Hıristiyan düşünürler, politikacılar ile Katolik Kilisesi’nin dikkatlerini ve eleştirilerini yönelttikleri hususlardır.

Bu noktada; genelde Hıristiyanlar özelde ise Katolik Kilisesi, dinin kabul ettiği etik değerler ile Avrupa Birliği ve bu Birliğe üye ülkelerin yasamalarının bu dinin kabul ettiği yönde yasa yapmalarını sağlamak için neler yapılabileceği üzerinde de düşünmektedir. Birliğe Hıristiyan inançları ve etik değerleri yönünde demokratik karar aldırmak nasıl olabilir? Burada akılda tutulması gereken esas, Birliği oluşturan fertlerin belli bir anlam dünyasına mensup olduklarıdır. Bu yaklaşım, atılacak olan adımlarda ilerleme kaydedilmesinde önemlidir. Çok kültürlü ve çok-dinli bir toplumda ülkeler alacakları kararlarda toplumu oluşturan fertlerin inançlarının da dikkate alındığı güvencesini vermek için, karar almadan önce bir komisyon kurmaktadırlar. Böylece, alınacak olan kararların en azından bir etik komisyonuna danışılarak alındığı gerekçesi oluşturulmaktadır.

Avrupa Birliği de çıkardığı yasalarda aynı esası uygulamaktadır. Zaten bu sebeple ve aynı maksatla Avrupa Komisyonu’nda bir ‘etik komitesi’ yer almaktadır. Böylece, alınacak olan kararlar söz konusu komitede gündeme getirilen farklı görüşlerin ortak noktası bulunarak alınır. Bu sebeple, söz konusu komitede her din mensubu alınacak kararlarda kendi değerlerinin dikkate alınmasını ciddî olarak savunmalı ve bunu gerekçelendirecek argümanlar ileri sürmelidir. Böylece, alınacak kararlarda her görüş bir şekilde dikkate alınmış olmakta ve ‘mümkün olduğu kadar herkesin kabul edebileceği’ bir karar alınabilmektedir. Bu karar her ne kadar tam olarak herkesin kabul ettiği bir sonuç olmasa da, en azından tarafların görüşlerinin alınması ve ‘azamî katılım’ (participation) sağlanmış olmaktadır.

Meselâ, Avrupa Birliği ülkelerinde kürtajın kabul edilmesi için kurulan etik komisyonlarında kürtajla ilgili her ne kadar danışma yöntemine başvurulmuş ve farklı din mensuplarının görüşleri dikkate alınmış olsa dahi, sonuç itibariyle kürtajın serbestiyeti lehinde düzenlenen kanunlar hiçbir zaman Katolik Kilisesi tarafından kabul edilmemiştir. Buna rağmen, bu kanun Kilise’nin hiç kabul etmediği bir yönde çıkmıştır, çünkü böyle bir düzenleme Kilise tarafından doğrudan insan hayatına kıymak olarak telâkki edilmektedir. Ancak, bu politik karar genel olarak karar almada etik kurallara uymuştur. Zira, şu veya bu şekilde iyi veya kötü bir kanun yapılmış ve kanunsuz bir durumun oluşmasına engel olunmuştur. Ayrıca, fertlere saygı, farklı inançların dikkate alınması ve kamu yararı gözetilmiştir. İşte bütün bu sebepler, alınan kararın ve çıkarılan yasanın etik bir süreçte gerçekleştiğini gösterir.

Burada unutulmaması gereken nokta, alınan her kararın birgün ‘değişebileceği’dir. Zira, zamanın değişmesi ve düşüncelerin gelişmesiyle yeni yaklaşımlar ve yeni hassasiyetler her an söz konusu bu kararın yeniden gündeme getirilmesini gerekli kılabilir ve yeni bir değişikliğe gidilmesine imkân sağlayabilir. Nitekim, alınan karara karşı olanlar, karşılıklı pazarlıklar ve görüşmeler sonucu alındığı için karara saygılı olduklarını belirtmekle birlikte, kendileri açısından kararın eksik ve yanlış yönlerini her zaman dile getirebilirler ve bu yönde zihinlerin ve fikirlerin oluşmasında çaba sarf edebilirler.

Dipnotlar:

1. Ignace Berten, ‘Laïcité, religion et éthique dans l’Union européenne’, Colloque Laïcité et religions 07-08.12.2004.

2. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin her birindeki din-devlet ilişkilerine dair geniş açıklamalar içeren sempozyum metinleri için bkz.: AB Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi Sempozyumu, 9-10 Aralık 2006, İstanbul 2006.

Etiketler: AB, din
Okunma Sayısı: 3070
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı