"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Dinin özü, Tevhid ve İnfak arasında bir denge kurmaktır

08 Haziran 2018, Cuma 00:49
İslâm’ın direği tevhidtir (Tek bir Allah’a inanma); muhatap aldığı insana hayatın her alanında külli prensipleriyle tevhid çerçevesinde bir hayat felsefesi sunar.

Tevhid merkezinde şekillenen bu hayat felsefesinde varlığına iman edilen Allah’ın temel vasfı “vahdet”tir; dolayısıyla O’na inananların oluşturacağı toplumsal yapının en temel özelliğinin de vahdet olması beklenir. Bu temel özellik, itikattan pratiğe doğru genişleyen bir zeminde, toplumsal hayatın çeşitli alanlarında dolaylı veya doğrudan yansımaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki tevhid, pek çok kemal sıfatlarıyla birlikte evrenin yegâne ve tek hâkimi, egemenliğin mutlak sahibi tek bir İlâha iman etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif şekillerde bu husus insana hatırlatılmaktadır. “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır”, (1) “Göklerin de, yerin de, bu ikisi arasındakilerin de egemenliği Allah’a aittir.” (2)  Böyle bir ulûhiyet anlayışının neticesi olarak bir Müslüman’a göre her şeyin olduğu gibi, malın da yaratıcısı ve gerçek sahibi Allah’tır. Nitekim insana rızkı veren de Yaratıcının kendisidir. (3) Bu konuyla bağlantılı olarak Allah (cc) Mukaddes Kitabı’nda kendisini “ganî” (zengin, eli açık) olarak tanımlar; bu sıfatın aksi mânâ taşıyan fakirliği ise insana nispet eder. (4)  Tabiî ki burada zenginlik ve fakirlik maddî bir boyuttan öte manevî boyutları da içerecek şekilde geniş bir anlam yelpazesine sahip olmalıdır.

Ganî olan Allah, hiç bir şekilde, hiçbir şeye muhtaç değilken, insan, isterse maddî ve manevî çok üstün vasıflara sahip olsun, her halükârda Yaratıcı karşısında ancak “kul”dur ve her zaman O’na muhtaçtır; yani fakirdir. Tasavvuf’ta bu hal “istiğna billâh” ve “iftikâr ilallah” tabirleriyle ifade edilir. İnsanın kendisini Allah’tan başkasına muhtaç bilmemesi “istiğna billâh”; kendini mutlak olarak ona muhtaç hissetmesi “iftikâr ilallah” anlamına gelir. Birbirine yakın bu iki kullanım arasında mânâ açısından önemli bir fark yoktur. (5)

İslâm’da nihâi anlamda egemenliğin ve mülkün tek sahibinin Allah olduğu temel gerçekliği insanın hiçbir şekilde mal sahibi olamayacağı anlamına gelmemektedir. Bilindiği üzere İslâm dini kişisel mülkiyete izin vermekte ve fakat insana burada sınırsız bir hürriyet tanımayarak, sahip olduğu zenginlikleri nasıl kullanacağını da belirlemektedir. İnsanı yaratan Rabb, onu yeryüzünde başıboş bırakmamış, dünya hayatında insanın uyması gereken temel ilkeler vaz’ etmiştir. İnsanın kendi malı üzerinde Allah’ın hakkı olduğu belirtilmiş; Zenginlerden bu hakkın zekât, fitre, sadaka, yardım gibi “infak” yollarıyla fakirlerle paylaşma yolları gösterilmiştir. 

Dini her hükmün yatay olduğu kadar, dikey bir boyutu/boyutları da bulunmaktadır. Dinî hükümler bu yönleriyle salt hukukî hükümlerden ayrılırlar; Her dini hükmün dünyevî neticeleri yanında uhrevî sonuçları da olduğu için bağlayıcılık güçleri daha fazla olabilmektedir. “Uhrevî” özellik öncelikli olarak cennet ve cehennemi, daha genel anlamda ahirette ceza veya mükâfat görmeyi çağrıştırır; Aynı zamanda bunun da ötesinde farklı bir hale, İlâhi hoşnutluğa mazhar olmaya, “Allah rızası”na ulaşmaya işaret eder. Allah’ın razılığı bir mümin için en çok arzu edilen uhrevî bir sonuçtur. Bu sebepledir ki, dinî prensiplere uyma noktasında müminde manevî bir itici güç vardır.

Vahiy insanın aklını muhatap aldığı gibi, gönlüne de hitap etmeyi ihmal etmemiş, muhtelif emirlerin yerine getirilip getirilmemesini sadece ceza ve mükâfat bağlamında değil, seven ve sevilen perspektifinden ele alarak açıklamıştır. İnsanın, sevgilerin en yücesinin sevgisinden, kendisini Yaratan’ın sevgisinden mahrum olma endişesi, hayır yolunda itici bir güç olarak kullanılmıştır. Bakara Sûresinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Allah dürüst davrananları sever.” (6)

Böyle bir ulûhiyet tasavvuruna göre şekillenen insan, mülkiyetin tek ve gerçek sahibinin Rabbi olduğu şuuru ve de Allah’ın yeryüzünde halifesi kılındığı bilinciyle adaleti hâkim kılma çabası içinde olmalı ve kendi tasarrufuna verilen malı bir emanetçi psikolojisiyle insanlar arasında adaletle dağıtmalıdır. (7)

Bu psikoloji içindeki mümin, elbette, “mal sahibi oldum” diye böbürlenmeyecek ve kendini üstün görmeyecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve evlatlarla övünmek kâfirlerin özellikleri olarak vurgulanmış ve kınanmıştır. Bu konuda Kârun tipik bir örnek olarak verilmektedir. Tasarrufu altındaki malı kendi yüceliğinden sanarak şımaran Kârun sonunda helak olmuştur. (8) Yine vahiy bize bahçe sahibi zenginlerin ibret verici hikâyesini nakletmiştir. Onlar yoksullara yardım edebilecek durumda oldukları halde, bundan kaçınmış ve yanlarına hiçbir fakir sokulmasın diye erkenden yola çıkmışlardır. Ancak onlar İlâhi azaba maruz kalarak bahçelerinin helak edilmesiyle cezalandırılmışlardır. (9) Çünkü onlar ellerindeki malın aslında bir imtihan vesilesi olduğunu unutmuş, (10) gurura kapılmış, adeta kendilerini Allah’tan müstağni görmüş ve bu sebeple cezalandırılmışlardır.

İnsanın mala olan düşkünlüğü, bu noktadaki zaafları Kur’ân-ı Kerîm tarafından insanın dikkatini çekecek bir üslupla ele alınmıştır. Üstelik nüzul sırasına göre Kur’ân-ı Kerîm okunduğunda görüleceği üzere daha vahyin başlangıç döneminde yardımlaşma, malını İlahî rızayı kazanma niyetiyle infak etmenin/harcamanın gerekliliği ve önemi üzerinde durulmuştur. Bununla da yetinilmeyip infakın nasıl olması gerektiğine dair temel prensipler zikredilmiştir. İlk inen sûrelerde “yapılan iyiliğin başa kakılmaması emredilmiş, yoksulu doyurmamak cehennemliklerin sıfatları arasında” zikredilmiştir. (11) Yine ilk inen sûreler içinde namaz kılmakla birlikte zekât verilmesi de emredilen hususlar arasındadır. (12)  Miktarı ve sınırları belirlenmiş bir şekildeki zekatın Medine döneminde farz olduğu bilinmektedir. Ancak daha vahyî aydınlanmanın başlangıç dönemlerinde, kişinin kendinden yüce bir varlığa gönülden boyun eğişi anlamına gelen namaz ibadetiyle birlikte insana sürekli maddî yardımlarda bulunmasının emredilmesi ve bunun kişinin arınması olarak adlandırılması üzerinde düşünülmelidir. Kur’an’da bu vurgu muhtelif şekillerde tekrarlanmaktadır. Yine ilk sûrelerden biri olan el-Leyl sûresinde, “Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez” (13)  hitabıyla insanlar çarpıcı bir üslupla uyarılmıştır. Yine başlangıç dönemi diyebileceğimiz bir aşamada, âyetlerde dikkat çekecek bir şekilde yetime ikram etmemek eleştirildiği gibi, sadece yoksula yedirmemek değil, yoksulu yedirmeye teşvik etmemek de kınanmıştır. (14) İnananlara yetimi ezmemeleri, el açıp isteyenleri azarlamamaları emredilmiştir (15).

Bu konudaki bütün naslar birlikte düşünüldüğünde çok açık bir biçimde toplumun bir kesimi sefalet ve fakirlik içinde yüzerken, diğer kesiminin sefahat âlemlerinde gönül eğlendirmesinin, İslâm’ın öngördüğü itikâdî ve ahlâkî prensiplerle çeliştiği görülür. Üstelik Kur’ân-ı Kerîm infâkı Müslümanların özelliği olarak vurgularken bunun aksi olan isrâfı yasaklamaktadır. Hatta naslarda Yaratan ile yaratılan arasındaki sevgi bağına dikkat çekilerek Allah’ın müsrifleri sevmediği beyan olunmaktadır. (16) Kur’ân’da bu durum şu ifadelerle zikredilmektedir: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır.” (17) Bir başka âyette ise müminler israf karşısındaki durumları açısından tanımlanmaktadır: “Harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında bir yol tutarlar.” (18) Ancak burada vurgulamak gerekir ki, Allah infak sorumluluğunu sadece zenginlerin omuzlarına yüklemez. Zekât ve fitre sadece zenginlerin üzerine bir vecibe olmasına rağmen infak bütün inananlara yönelik bir emirdir. Çünkü Kur’an “müminlerin varlıkta ve yoklukta infak ettiklerinden” bahseder. Birinci âyette Allah önce yardımlaşmayı emrediyor, akabinde israfı şiddetli bir üslupla men ediyor. Bu durum infak etmek, yani İlahi rızayı kazanmak için yakınlardan başlayarak yardımlaşma ile; israf etmek, saçıp savurmak arasında ters bir orantı olduğunu gösterir. Daha açık bir ifade ile yapılan her israf, infaka mani olur, verilen her sadaka ise israfı önler. Dolayısıyla müsrif kendine zarar vermekle kalmamakta, aslında fakirin rızkına da tecavüz etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm terminolojisiyle insanın “birr”e, iyiliğe ulaşabilmesi için yapması gerekenler arasında malını infâk etme zikredilmiş ve hatta bu harcamanın yüzlerin buruşturulmadan bakılamadığı mallardan değil de aksine sevilen şeylerden olmasının önemine dikkat çekilmiştir. (19) Kur’ân hayrın, iyiliğin kemal noktası olan “birr”e erebilmek için iman edip ve sahip olunan mallardan yakınlara yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve kölelere “Allah sevgisiyle vermeyi”, farklı bir yoruma göre, “sevdiği şeylerden harcamayı” şart koşar. (20)

Kur’an’ın tanımladığı ideal mümin tipinde infak her zaman önemli bir unsur olarak zikredilmektedir. (21) Vahyî bildirimlere göre infak müminlerin temel özelliklerinden biridir. Muhtelif âyetlerde iman edenlerin, mallarını gizli ve aşikâr Allah rızası için harcadıkları (infak ettikleri) zikredilir. Bunun akabinde de mallarını Allah yolunda infak etmeyen, altın ve gümüşü hırsla biriktiren inkârcıların cehenneme atılacağı beyan olunur. Yardım etmek, malını ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak müminlerin özelliği olarak vurgulanırken; malı yığmak, biriktirmek kâfirlerin özelliği olarak zikredilmektedir. Üstelik mal biriktirenlere nasıl azap olunacağı anlatılarak insanoğlu uyarılmaktadır. (22)

Ezcümle; Kur’an tarafından belirlenen inanç esaslarını kabul etmek sadece sözlü bazı ilkeleri dile getirmek değildir. İslâm’ın en temel ilkesi olan tevhidin gerek kendisine inanan, gerek ona inananlar tarafından oluşturulan toplumsal hayat üzerinde derin etkileri vardır. Zira din, sadece ölüm ötesi âleme ilişkin ve onunla bağlantılı olan değerler sistemi değil, bilakis bütün insanları mutlu edecek toplumsal bir yapıyı tesis etme gayesi olan ilâhi bir nizamdır.

Hâlbuki bugün dinin bu boyutu ihmal edilmekte, sanki dinî hayat belirli ibadetleri yerine getirmekten ibaret görülmektedir. Salt Allah’a kulluğun göstergesi olması açısından ritüellerin dinî hayattaki yerini göz ardı etmek mümkün olmamakla birlikte; O’nu bunlarla sınırlı görmek de mümkün değildir. Özellikle namaz ibadeti ile birlikte zekâtın ve infakın zikredilmiş olması İslâm’ın sosyal adalete verdiği önemi göstermektedir.

Netice olarak, kişinin malını muhtaç olanlarla paylaşması ile iman değeri arasında apaçık bir irtibat olduğunu söylemek yanlış bir çıkarım değildir. Izutsu, “Gerçek inanış, insanları hayırlı işler işlemeye teşvik eden en güçlü saik görevini görmelidir; yoksa o inanış sahih değildir” der. Zira İslâm iman anlayışı insan hayatı üzerinde tesiri olmayan sözlü bir tasdikten ibaret değildir. İman ile insanın yapıp etmeleri arasında daima sıkı bir ilişki vardır.

O sebepledir ki, insanlar en az namaz kılmak, hacca gitmek gibi ibadetlerin farziyetine inandıkları kadar, dünyayı imar etmekle ve mallarını fakirlerle paylaşmakla, işçisine geçinebilecek ücreti vermekle, yakınlarından başlayarak diğer insanların da ihtiyaçlarını gidermekle de yükümlü olduklarının bilincine varmalıdırlar.

Dipnotlar:

1. eş-Şûra 42/49.

2. el-Mâide 5/ 17, 18, 40.

3. el-Fâtır 35/3.

4. el-Fâtır 35/15; Muhammed 47/38.

5. Süleyman Uludağ “Fakr” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XII, 133.

6. el-Bakara, 2/195.

7. el-Hadîd,57/7.

8. el-Kasas, 28/78-81.

9. el-Kalem, 68/21-28.

10. et-Tegâbün, 64/15.

11. el-Müdessir, 74/6,44

12. el-Müzemmil, 73/20; el-Â’la, 87/14; el-Leyl, 92/18.

13. el-Leyl 92/8-11.

14. el-Fecr 89/17-20; el-Mâûn 107/1-3.

15. ed-Dûha 93/9.

16. el-En’âm 6/141; el-Â’raf 7/31.

17. el-İsrâ 17/26-27.

18. el-Furkân 25/67.

19. Âl-i İmrân 3/92.

20. el-Bakara 2/177.

21. el-Enfâl 8/3-4.

22. et-Tevbe 9/34-35.

Okunma Sayısı: 3404
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı