"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nasıl bir Diyanet İşleri? - 2

15 Mart 2019, Cuma 00:31

NASIL BİR HEYET

“Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. 0 hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.” (Sünûhat, s. 38)

Bediüzzaman, günümüz şartlarında Diyanetin nasıl bir yapıya sahip olması gerektiğinin esaslarını bu ifadeleriyle veriyor. Buna göre, Diyanet bünyesinde teşekkül ettirilmesi gereken heyet;

 CEMAAT RUHUNU TEMSİL ETMELİ  

“Az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevî” olmalı; yani histen ziyade akla dayalı, günlük hadiselerle fazla meşgul olmayan, dış tesir ve telkinlere büyük ölçüde kapalı bir işleyişe sahip olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olacak yüksek ilim şûrâsı, sözünü herkese dinlettirebilecek; dine taallûk eden hususlarda “sırat-ı müstakim”i gösterebilecek; şahsî içtihatları değerlendirerek, eğer isabetli ise heyetin tasvibini kamuoyuna sunacak; aksi halde, en büyük dâhi de olsa, ya içtihadından vazgeçirecek, ya da içtihadı sahibine münhasır bırakacaktır.

İslâm adına herkesin görüş beyan ettiği bir zamanda, Ehl-i Sünnet çizgisindeki bütün fikir ekollerinin temsiliyle teşkil edilecek böyle bir hey’etin, biraz da fikir hürriyetinin tabiî bir neticesi olarak ortaya çıkan “manevî anarşi”yi izale etme hususunda çok büyük hizmetler ifa edeceği aşikârdır.

FİKİR HÜRRİYETİ 

Bediüzzaman, bu konuyla ilgili olarak, İşârâtü’l-İ’caz isimli Arapça eserinin “İfâdetü’l-Meram”ında -kendi tercümesiyle- şöyle diyor:

“Ahkâm-ı Şer’iyyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği ortadan kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ulemâ-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o hey’et umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemânın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icmâ-i ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. 0 vakit, içtihadın neticesi o icmâ ile şer’an düstur olabilir.” (Emirdağ Lâhikası-I, s. 89.)

Münâzarât’a da bu heyetin özellikleriyle ilgili dikkat çekici ipuçları veriliyor. “Bundan sonra, bizzarure hilâfeti temsil eden Meşihat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi hem âlî, hem mukaddes, hem ayn, hem nezzâre olacaktır” (s. 80) diyen Bediüzzaman, Diyanetin müstakil, idarî ve ilmî bakımdan özerk bir heyet olarak, devleti ve kamuoyunu yönlendiren, icraatı murakabe eden bir yapıya sahip olması gerektiğini ifade ediyor.

Evet, Diyanet, devletin sıradan bir genel müdürlüğü statüsünden çıkarılmalı; dinin ve ilmin prensipleri çerçevesinde tam bir hürriyet ve serbestiyet içinde çalışabilmeli; gerek Türkiye, gerek İslâm dünyası, gerekse dünya kamuoyunu İslâmî konularla ilgili olarak aydınlatıcı çalışmalarda bulunabilmelidir.

Peki, bu mânâda bir heyet nasıl, hangi esas ve usûllerle oluşturulabilir?

Bediüzzaman, teşkilini teklif ettiği heyet için şöyle diyor:

“İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir Şûrâya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir.” (Sünûhat, s. 39)

Gelişmeler de onun işaret ettiği istikamette bir seyir takip ediyor. Türkiye’nin bu ihtiyacı görmezlikten gelmesi sebebiyle doğan boşluğu doldurmak için İslâm dünyasında muhtelif teşebbüsler olageldi. Mısır’da el-Ezher Üniversitesi, Suûdi Arabistan’da Rabıtatü’l Âlemi’l-İslâmî ve İslâm Fıkıh Akademisi ile diğer İslâm beldelerindeki benzer kurumlar, hep bir arayışın ürünü.

Ama bunlar, İslâm dünyası çapında bir nüfuz ve tesire halen de yeterince sahip olabilmiş değil. O itibarla, asırlarca İslâm Âlemine önderlik ve rehberlik yapmış bir millet olarak, vazife yine bize düşüyor. Bunun neticesi olarak da; Bediüzzaman’ın, en ince ayrıntılarına inerek seksen yılı aşkın bir süre önce dile getirdiği fikirler, geçerliliğini ve canlılığını hâlâ koruyor.

HEYET NASIL KURULACAK?

Bediüzzaman bu heyetin teşkiliyle ilgili olarak da şöyle tekliflerde bulunuyor:

Bir defa, böyle bir şûrânın “mukaddemat”ı, “cemaat-i İslâmiye teşkilâtı” olmak gerekir. Demek ki, Said Nursî, İslâmî cemaat ve teşekküllerin bu şûrâ için temel olmasını arzu ve teklif etmektedir. Ancak, burada, cemaatler için aradığı üç temel şartı da hatırlatmak gerekiyor. 

Bunlardan biri, “hürriyet-i Şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek;” ikincisi, “muhabbet üzerine hareket edip, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet verdirmeye çalışmamak” üçüncüsü de i’lâ-yı kelimetullahı maksad edinip, hiçbir garaza vasıta olmamak”tır (Hutbe-i Şamiye, s. 88) Bu şartları haiz olan cemaatler, Diyanet Şûrâsı’nın altyapısını teşkil etmelidir.

Diğer taraftan, İslâmî cemaat ve teşekküller tabanı üzerine kurulacak bir heyette vazife alacak âlimler, dört hak mezhebi temsil edebilecek bir dağılım esasına göre belirlenmelidir. Bediüzzaman bunların sayısını “kırk-elli ulemâ-i muhakkik” olarak ifade eder (Münâzarât, s. 80) Aynı Şekilde, Said Nursî, Osmanlının son döneminde kurulmuş olan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin “âdi bir komisyon” olmaktan çıkarılıp, üyelerinin, Meşihat’taki dairelerin reisleriyle birlikte bu Şûrânın tabiî üyeleri olmaları gerektiğini söylemişti (Sünûhat, s. 39-40) Bugün Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye yok, ama Diyanetin daire başkanlıkları var.

Bediüzzaman, bu heyete İslâm dünyasından da  -şimdilik sayısı on beş ilâ yirmi civarında olacak- üyelerin celbedilmesini teklif eder. Bu üyelerde aranacak vasıflar ise şunlardır: Bulundukları yerlerdeki Müslümanların “dinen ve ahlâken itimadını kazanmış” ve “seçilmiş” olmak. (a.g.e., s. 40)

Zaten Bediüzzaman’ın görüşlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu şûrâ, yine cemaatlere dayalı bir “seçim” yolu ile teşekkül etmelidir. Bu seçime, resmî vazifeli “âyan ve mes’u-sân”ın doğrudan veya dolaylı olarak karışmasına taraftar değildir Bediüzzaman. Çünkü “Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhteliftir.“ Yani, milletvekillerinin hem seçmen tabanları sınırlıdır, hem de seçmenleri arasında gayrimüslimler veya -Müslüman oldukları halde- böyle bir seçimde rey kullanabilecek ehliyet ve liyakate sahip olmayanlar bulunabilir. “Halbuki, “Bediüzzaman’a göre, “vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmâyı deruhte edecek hâlis İslâmî bir şûrâ lâzımdır.” (Sünûhat, s. 39)

BEDİÜZZAMAN ve DİYANET

Acaba, Osmanlı halen ayakta iken bu görüşleri dile getiren Bediüzzaman, Meşihat lağvedilip yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ikame edildiği cumhuriyet döneminde nasıl bir tavır takip etmiştir?

Diyanetin, başlangıçta, laikliği dinsizlik şeklinde anlayıp o mânâda tatbik eden bir anlayış tarafından, mevcut devlet yapısı içinde dini kontrol altında tutmak maksadıyla kurulduğu, mâlûmdur. 

Bu niyet, 1920’li yılların ikinci yarısında, Isparta’nın Barla nahiyesine nefyedildiği günlerin hemen akabinde Bediüzzaman’ın muhatap olduğu bir sualde açıkça ortaya konuyor:

“Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaikı İslâmiye’yi tâlim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun?”

Görüldüğü gibi, yeni yönetimin bütün dinî faaliyetleri devlet kontrolündeki tek bir merciye bağlama niyeti ve bu merciye bağlı olmaksızın yürütülecek irşad çalışmalarından duyulan rahatsızlık, bu soruda çok net bir şekilde kendisini gösteriyor. Esasen, din üzerinde çok farklı hesapları olan bir kadrodan beklenecek bir tavırdır bu.

Böyle bir niyet ve teşebbüse bütün mevcudiyetiyle karşı çıkan Bediüzzaman ise bu suali çok keskin ve çarpıcı bir cevapla karşılıyor:

“Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’ân, nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-ı imaniye ve esasat-ı Kur’âniye, resmî bir surette ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” (Mektubat, s. 65)

İslâm’da ruhban sınıfı olmadığı için, Müslüman toplumda, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, hiyerarşik düzen içinde resmî bir dinî yapılanmaya gitmek mümkün değildi. Tarih boyunca da olmamıştı. Din, Müslüman toplumun bütün üyelerinin ortak malıydı. Herkes iman ibadet, takva ve dinî şuurdaki seviye ve derecesine göre bu manevî hazineden hissesini alıyor; mükâfatını da Allah’tan bekliyordu. 

Evet, belli sahalarda ihtisaslaşmış din âlimleri vardı. Ama onlar da Müslüman toplumun birer ferdiydi. Günlük hayatla iç içeydiler. Hayatlarını dinî ve ilmî araştırmalara, tedris ve irşad hizmetlerine vakfetmişlerdi. Belli bir merkeze bağlılıkları yoktu. Kendi müktesebatları Ölçüsünde etraflarına ışık saçıyorlardı.

Devlet adamları, bu değerli ilim ve maneviyat adamlarına müdahale etmek şöyle dursun; hizmeti ve yardımcı olmayı en büyük şeref telâkkî ediyorlardı. Umerâ, ulemânın hizmetinde idi. Tabiî, tarihte bu teamülün birkaç istisnasına da rastlanmamış değildir; ama “istisnalar kaideyi bozmaz.” Ve bu istisnalar, hiçbir zaman genel bir kaide ve tatbikat haline gelmemiştir.

İşte asırlardır bu şekilde süregelen bir gelenek, tarihte ilk defa, cumhuriyet sonrasının devlet yönetimi tarafından bozulmak istendi. Dini, devlet kontrolüne alarak dejenere etmeye teşebbüs edildi. Ama dine samimiyetle sahip çıkan milletimiz, buna izin vermedi.

DEMOKRASİ DÖNEMİ

Ve o dönemde bütün devlet mekanizmasıyla olduğu gibi, devlet güdümündeki Diyanetle de temas kurmaktan itina ile kaçınan Bediüzzaman, tek parti diktasının çöküşünden sonra tavrını tedricen yumuşattı. Onun, Türkiye’de 1950’den sonra girilen demokrasi döneminde Diyanetle olan temaslarını, Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildinde yayınlanan mektuplarından takip edelim.

Afyon hapsi sonrasında talebelerine yazdığı bir mektupta Said Nursî, iki sene önce Külliyatı isteyen zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’ye Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir takım götürmelerini yazmış ve kendisine şu mesajı iletmelerini istemişti:

“‘Hediye almayan elbette hediye veremez’ kaidesine binaen, bu ziyade kıymettar manevî tefsir-i Kur’ân, bu memleket-i İslâmiye’nin âlimler reisi olan zat-ı âlinize Nurlar’ın serbestiyetine mümkün olduğu derecede çalışmanıza ve nümune için üç cüz’ü size daha evvelce gönderdiğimiz Kur’ân’ımızın basılmasına himmet ve sa’y etmenize bir kudsî ücrettir. Sizin daire-i ilmiyeniz ve riyasetiniz her şeyden evvel bu vazife-i diniye ve ilmiye`yi yapmanız iktiza ediyor.” (s. 6)

Eserin yedinci sayfasında yer alan bir mektupta, Diyanet Riyasetinin “tam bir takım Risale-i Nur’u musırrane istediği”nden söz ediliyor.

Eserde, Akseki’ye gönderilen ayrı bir mektuba da yer verilmiş. Bu mektupta Bediüzzaman, Akseki’ye ve diğer hocalara, “ruhsata tâbi olup azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirleri” sebebiyle sitem ettiğini; eserlerini de bu yüzden onlara vermediğini belirttikten sonra şöyle diyor:

“Üç dört sene evvel yine şiddetli kalbime tenkitkârane bir teessüf geldi. 

Birden ihtar edildi ki: Bu senin medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ehvenüşşer düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarf edip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah keffaret olur diye kalbine şiddetli ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım.”

-DEVAMI VAR-

Okunma Sayısı: 7713
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı