"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nasıl bir yüzyıla girdik?

10 Ağustos 2018, Cuma
Bilimin baş döndüren değişimi...

20. Yüzyıl, insanlık tarihinin asırlar boyu süren gidişatının hızlı bir değişime uğramasına sebep olan bir asır olarak tarihin sayfalarında yerini aldı; yüzleştiğimiz yeni yaşama ve düşünme biçimi kendi içerisinde kabuk değiştirerek yeni bir yüzyıla yelken açtı. Yıllarca karşısında mücadele ettiğimiz Batı, özellikle Avrupa bir anda sığınmak istediğimiz bir hürriyet alanı olarak karşımızda beliriverdi.

BİLİM DÖNÜŞÜYOR

Batı’da Aydınlanma hareketi ve birlikte bilim, dinlere bir tepki olarak gelişiyordu. Bilim, Hıristiyan Batı ruhbanlığının gelenekselleştirdiği skolastik duruma meydan okuyuşun en güçlü aracı oldu. Doğu toplumları gelenekseli taklit ede dururken, Batı iç çatışmaları yüzünden iyice ezilmiş ve bir çıkış yolu arar olmuştu. Bütün çıkış ve kurtuluş kapılarının kapatıldığı feodal bir vasatta bilim, dinin susturulması amacına hizmet eder hale getirilmeye çalışıldı. Ruhban sınıfın yeni unsurlar kattığı din -muharref Hıristiyanlık- bilimsel bulgularla çatışır hale gelmişti.

Descartes’ın rasyonalizmi sayesinde ilk kırılmayı yaşayan Batı düşüncesinin ulaştığı nokta ikinci bir kırılmaya zemin hazırladı: August Comte’un pozitivizmiyle yapılandırılan bilim, aklı ön plana çıkardı ve akılla bulgulananların insanlık için tek doğru olduğu tezi hızla hâkim olmaya başladı. Din akılla sorgulanıyor, Hıristiyanlık kendi içinde bu sayede “dinsizleşme” görüntüsü altında tasaffi ediyordu.

19. yüzyıl ve öncesi tartışmaların odağında hangi dinin tercih edilmesi gerektiği konusu vardı. Bu defa bütün dinler tamamen dışlanıyor; bilimin meydan okuyuşu, zaferle yetinmeyen Batılı cüretkârları ve Doğu’da onlardan etkilenenleri bütün dünyaya yönelik bir meydan okuyuş arayışına itiyordu. Güncel Hıristiyanlıkla çatışan bilim, aslında bütün dinlerle çatışıyor olmalıydı. Eğer bilim mutlak doğruyu ortaya koyabiliyorsa ve bu doğru Batı’nın en sağlam ilâhî kaynak sandığı Hıristiyanlıkla çatışma alanları taşıyorsa, aynı bilim bütün dinlerle çatışma alanları taşıyor olmalıydı. “Yaratılmış tabiat” düşüncesini çürüttüğünü sanan bilimin dinleri tartışmaya değer bulması beklenemezdi zaten. Bilim adamlarının aklına dinlerin kökenine inerek sağlıklı analiz yapma fikri gelmediği gibi, aslında İslâm uleması da -Efgani, Abduh, Namık Kemal gibi isimlerin tartışılır teşebbüslerinin ve sınırlı reddiyelerinin dışında- Bediüzzaman’a kadar, yeterince kapsamlı ve eksiksiz bir karşı materyal de ortaya koymamıştı. Bu durum bilimin düşmanı olan inançlar kümesine İslâm dâhil bütün dinlerin girmesine izin verdi. Osmanlı Dar-ül Fünun’una, “Madde ve Gücü” anlatan materyalist kitaplar doluşuvermiş; ardından Darwin ve Marx bütün düşünce dünyası üzerinde fırtınalar estirmişti.

Müslümanlar hiç beklemedikleri bir anda, 19. Yüzyıl ortalarında, kendilerini Batı’dan gelen bir saldırı ortamında buldular. Materyalist bilim meydan okuyordu. Ateizmin tarihî uzantıları için bu gelişme büyük bir fırsat olarak değerlendirildi ve bu meydan okuyuş, Batıyla en fazla temas halinde olan Osmanlı’dan başlayarak bütün Doğu toplumlarına yöneldi. İslâm dünyasının gelenekçi düşünürlerinin önemli bir bölümü, toplumu kurtaracak çözüm arayışlarına girişmek yerine, çözüm arayışı içine girenleri “modernist, reformist, mezhepsiz” gibi çirkin ifadelerle karalamayı ve dışlamayı tercih ederek içine kapanıp küçüldü.

Bediüzzaman’ın İslâm’la bilimin çatışmadığı tezlerini işleyişi ve bunu ilk defa karşı konulmaz biçimde ortaya koyuşu bu çatışma ortamının tam merkezine rastlar. Osmanlı ulemasının asıl örgütlü kesimi öylesine bir taklidin içerisine girmişti ki, dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu, yerkürenin neyin üzerinde bulunduğu, Ay’ın nur mu, uydu mu olduğu, Güneşin Dünyanın etrafında dönüp dönmediği gibi konularda inanılmaz bir kısırlık yaşanıyordu. Dahası bu ortamda Kur’ân, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi din ilimlerinin öğretildiği kimi medreselerde, bazı ulema Kur’ân dışında bilgi ihtiva eden bilim metinlerinin dünyevîliğini ve necasetini savunarak dışlıyorlardı. Dini dışlayan bilime hâkim olup, onu doğru biçimde yeniden tanımlamak yerine, ona cephe alarak geçmişe saplanmak büyük bir hata olmuştur. Bediüzzaman bir yandan içerdeki bu sapmayı tamir etmeye çalışmış, diğer yandan Batı’nın ürettiği bilimi yeniden yorumlayarak “Muallimleri değil, fenleri dinleyin -yani öğreticilerinin fenlere yükledikleri anlamı yeniden yapılandırın-” fikrini ileri sürmüş, ancak bunu yaparken çok köklü bir yenilik yaparak, bilimin dayandığı bulgulara yeni bir yorumlanma biçimi getirmişti.

Söz konusu din-bilim çatışması Doğu toplumlarına geçiş noktası olan Türkiye coğrafyasında kolay atlatılmadı-okuyamaz hale geldiğimiz için hâlâ atlatılamadı. Ama iki cephedeki çabalar bilimin kendini yeniden yapılandırmaya başladığı günümüze kadar devam ediyor.

Zaman içinde bilimin gelişmesi ve başlangıçtaki yüzeyselliğin aşılması, buna paralel olarak insan aklının önceki dar kalıplarının ötesine geçmesi, yeni sorgulamaları beraberinde getirdi. Çünkü bilimsel paradigmalar kısa süre içerisinde derhal paramparça oluyor; yerlerini yeni bulgulara dayalı paradigmalar alıyordu. Bu durum bilime dayalı olarak üretilen felsefelerin kısa ömürlü olmasına, tarihin baş döndürücü bir hızla, felsefeler mezarlığıyla dolmasına yol açıyordu.

Dinden kopamayan insan aklı, ilk şaşkınlığı atmanın ardından kendini toparlamakta fazla gecikmedi. Reddiyeler birbirini takip etti. Özellikle İslâm düşünce geleneğinde bilimin İslâm’la çatışamayacağı, bir çatışma biçimi üretiliyorsa, bunun ya dinin -İslâm- yanlış anlaşılmasından ya da bilimin eksik bulgulara dayanmasından kaynaklandığı veya bulguları yorumlayan insan aklının bir yerlerde hata yapmasından doğduğu ortaya konulmaya başlandı.

Bu defa akılcı bilim iki cephe tarafından hırpalanıyordu: Bir taraftan dinin konumunu -safsatalardan ayıklamak suretiyle- yeniden ayağa kaldırmaya çalışan çabalar, diğer taraftan bilimin kendi içerisindeki tutarsızlıklarını ve yanlışlarını tesbit eden iç saldırılar, bilimin sorgulanmasına ve yeniden yapılanmasına sebep oldu.

Modernizm bu son aşama öncesinde, bilimin ürettiği bir felsefeler manzumesidir. İnsan merkezli, akla dayalı, dünyevî ve nedensel, determinist yaklaşımlar yeni bir sanal tanrı üretmişti: Bilim. Bu yeni tanrıya ihanet edenler, özellikle Darwinizm karşıtları, modern engizisyonlarda infaz edildiler.

Bütün insanlık sistemi buna göre yeniden şekillendi. Dini dışlayan akıl en doğruyu bulabilecek tek araç olduğuna göre, toplumlar, gelişmiş akılların-felsefe üretenler- ellerine terk edilmeli ve tepeden -çağdaş krallar tarafından-zorla değiştirilmeliydi. Bu zorlamalar zaten akla alışkın olan-çünkü tarih boyunca Batı, aklın doğurduğu felsefelerin kaynağı olmuştur-Batı için bir sorun oluşturmamış olsa da, vahye ve nakle dayalı Doğu toplumlarında çok büyük tatminsizliklerin ve çatışmaların sebebi olmuştur. Çözümün bu iki uç arasında olabileceği düşünülmemiştir. Açıkçası, Kur’ân’ın gerçek mesajı, geleneksel ulema ile Batı’nın kullandığı düşünsel aletlerle Batı’ya cevap veren Modern İslâm düşünürlerinin tezleri arasında bir yerlerde kalmıştır. Şimdi sistemli bir çabayla ortaya çıkarılması gereken, Bediüzzaman’ın gelenekselle modern arasındaki bu sentezi -her iki safın da dışında kalmayı- nasıl başardığı ve ürettiği sentez denendiğinde ortaya nasıl bir sonuç çıkacağı sorusudur.

Türkiye de modernizmin sözünü ettiğimiz saldırısından nasibini aldı. Devrimler gelenekleri birer birer yıktı. Bilimin ürettiği tanrılaştırılmış akıl dehşetli ideolojileri doğurmuş; Hitler Almanyası, Lenin Sovyetleri gibi, Kemalizm Türkiye’si de bu süreçte kendi içini kemirmişti. İlginçtir bugün artık modernizm geri çekiliyor, modernizmin Batı’da hâkim kıldığı ideolojiler birer birer yıkıldı ve postmodern bir Batı veya “İkinci Modernizm” ortaya çıktı, ama Doğu toplumları Batı’dan alıp bağırlarına bastıklarını şimdi çöpe atan Batı’ya rağmen, aynı değerleri hâkim kılmak için çatışmalar üretmeye devam ediyorlar. 

Batı, kaderin ilginç bir cilvesidir ki, bir zamanlar bize dayattığı çöküşümüze sebep olan kalıplardan bizi kurtarmak için çırpınıyor bugün. Avrupa Birliği bizi kapısına dâvet ettiğinde, sebebini anlamakta güçlük çekmiş miydiniz? Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde unutulmaz bir mesaj vermiş ve Avrupa’nın bütün kültürleri barıştırabilecek bir yeni felsefi temele dayanmaya hazırlandığını anlatmaya çalışmıştı. Bu geleceğin en açık ve nihaî biçimini Bediüzzaman’ın cümlelerinde buluruz: “Nasraniyet -Hıristiyanlık-, ya intifa veya istifa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’”

Bilimden şüphelenmeye sebep olan gelişmelere paralel olarak bilim, kendi içerisinde, değişimine sebep olan postmodern yaklaşımları üretti ve şimdi Türkiye İkinci Cumhuriyeti, Dünya ikinci Modernizmi tartışıyor: Pekâlâ bilim ve din bir arada bulunabilirdi ve toplumlar mahalli kültürleriyle birlikte müstakil ideal şartlara sahip olabilirlerdi. Tek bir doğru yerine, birden fazla doğrunun aynı derecede üstün ve değerli olması imkân dâhilindeydi. Huntington’un Medeniyetleri çatışmak veya birbirlerine göre üstün olmak zorunda değildi. Farklılıkları koruyarak ortak evrensel değerler manzumesi içinde buluşma imkânı mevcut olabilirdi. Uygulama sonuçları ortaya çıkınca, yalın aklı kullanan, tabiat kanunları gibi kontrollü deneylenemeyenleri ve herkese istedikleri her zaman görünemeyenleri reddeden modernizmin aslında hiç de ideal ve barışçı bir toplum üretemediği veya üretebileceğinin genellenecek bir tez olarak ileri sürülemeyeceği anlaşıldı ve bu gelişme, toplumların yok oluşlarını hazırlayan bir felsefeden dönülebilmesi gerektiğini düşündürdü.

İşte yaşamaya başladığımız en önemli değişim bu. Totaliter ve dayatmacı zihniyetlere dayanak teşkil eden tanrılaştırılmış (?) pozitif bilim hızla gündemin aşağısına iniyor, değişime uğruyor, yeniden yorumlanıyor. Kâinatı yorumlayan felsefelere kaynaklık teşkil eden fizik derinleştikçe, felsefeler, quantum teorilerinin kafa karıştırıcı tezlerinin etkisi altında ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Felsefî açıdan çaresiz düşen “Modernizm Medeniyeti”, esir askerlerini kaçırmamak uğruna, televizyona ve onunla sunduğu müziğe, görsel san’atlara ve spora dikkatleri çekerek ürettiği renkli popülizm sayesinde, insanları düşündürmemeyi başardı. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Ruhlarımızdan dünyaya derin menfezler” açılmıştı. Popüler kültür, günlük 24 saatimizi bu denli “aralıksız” işgal edemeseydi, asıl gündemimize dönmeyi çoktan başarmış olacaktık. Terk etmek üzere olduğumuz bu geçiş döneminin yeni bir istikrara imkân tanıyacağı bir yüzyıl daha yaşamaya hazırlanıyoruz.

Son bir asır boyunca, fizik ötesini açıklayıcı önermeler sunan din kaynaklı bilgilere meydan okuyan bilimin içerisine, yakın geçmişe kadar şiddetle dışlanan fizik dışı olgular ve tesbitler girmeye başladı. MIU-Maharishi International University- gibi üniversitelerde ruhî güçleri geliştirme pratikleri öğretiliyor. Üniversitelerin pek çoğunda parapsikoloji kürsüleri kuruluyor. Pek çok istihbarat örgütü -CIA, MOSSAD, ayıplanmaktan korkarak gizli şekilde- ruhsal güçler ve cinlerle temas gibi konular üzerinde uzmanlaşan elemanlarla çalışmayı ihmal etmiyor. Ve dünyanın nereye gittiğini analiz etmek bakımından örnek alabileceğimiz Amerika Birleşik Devletlerinde en çok satan kitaplar yalnızca psikoloji kitapları oluveriyor. Bizim, “Düşün ve Başar” isimli kitabımızın hızlı tükenişini gözlemlediğimizde, insan psikolojisini ön plana çıkaran akımların Türkiye toplumunu da kuşatmakta olduğunu sezinleyebiliyoruz.

Newton’un mekanik kâinatının -katı madde-yerine, Einstein’ı takip eden Werner Heisenberg, Fritjov Copra gibi fizikçilerin ürettiği belirsiz kâinat ve hatta fizik dışı kaynaklardan varlığa sıçrayan “hayal kâinat” kavramları girmeye başlıyor. Ruhun yerine beyin hücrelerini, nazar olgusunun yerine X ışınlarını, ilhamın yerine içgüdüyü koyan tezler; “yogi uçuşu”, “dervişlerin tabiat kanunlarına muhalif pratikleri” gibi olguları açıklayamayınca sorgulanmaya başlıyor. Bilimin kendisi quantum tezleriyle nedenselliği sorguluyor ve hatta bütün bilimi reddetmeyi gerektirecek matematik formüller ileri sürüyor. Oysa Bediüzzaman’ın, hiçbir bilimsel destek bulamadığı yıllarda, nedensellik safsatasının “iktiran”-yani fiziköte-si/melekût tarafından bir arada veya ardışık gerçekleştirilme- olgusu olduğunu izah ettiğini; bu izahlar yüzünden bilimin tabiat kanunlarına ve içgüdülere verdiği “anlamı” gülünç bulmayı başardığımızı biliyoruz. Bunlar bir yana, akıl her pratiğe ve sürece nesnel nedensellikten bir açıklama getirmeyi denese de, Kâinatı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan pozitif bilimin ürettiği ruhî tatminsizliğin, insanlığı daha fazla ikna edici olması beklenemez zaten.

Bilim yeni bir fonksiyon icra etmeye hazırlanıyor: 20. yüzyılda, Batı’dan başlayarak Doğu’ya doğru, İlâhî gerçeklikle insan aklının çatışmasına hizmet eden bilim, bu defa aynı yönde her iki alanı birleştirmeye hizmet etmek için hazırlanıyor. Bediüzzaman’ın yorumladığı Hadis’in ifade ettiği gibi, bu defa “Güneş Batı’dan doğacak” ve yeni yüzyılda farklı bir bilimle yüzleşeceğiz.

Okunma Sayısı: 4001
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı