Bütün varlıklara, hususan insanlara, atalarımız Adem-Havva (aleyhimüsselâm) ile başlayan ve kıyamete kadar gelecek olan evlâtlarına bahşedilen en güzel, en özel ve çoğu zaman nihan olan hâsse…
Nihan.. çünkü ulvî/mahrem duygudur ÂŞK; faş edilmez öyle uluorta.. bazı şairlere mahlas kullandıran, bazılarına ise maşuk/maşukalarına müstearlar yakıştıran-yakıştırılan…
Yaşı, cinsiyeti, kimliği, konumu yoktur ÂŞK’ın. Değdiği gönül belirler, yerini, kimliğini, gücünü...
Sanıyorum karşı konulamayan, gönüllü teslim olunan, çoğu kimse için yakıcı sonuçları olan yegâne duygudur ÂŞK.
Güçlüdür;
Yavuz’a cariyesinin karşısında diz çöktürür ve:
“Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.
(Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki,
Gözümü kan içinde bıraktı, aşkımı arttırdı.
Pençemin korkusundan arslanlar bile titrerken
Felek beni bir âhû gözlüye esir etti.) bu mısraları yazdırır.
Kanûnî’nin dilinden Muhîbbî mahlası ile öyle inciler dökülür ki, aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilir:
“Aşk mıdır ki can-ü dîl mülkünü yağma eyleyen
Aşk mıdır sinem içre gelip de câ eyleyen
Aşk mıdır ki boynuma takıp belâ zincirini
Gezdirip Mecnûn gibi âlemde rüsvâ eyleyen…”
(Aşk mıdır cân ve gönül evini yağma eyleyen
Aşk mıdır gelip sînem içre yer eden/edinen
Aşk mıdır boynuma belâ zincirini takan
Ve mecnun misali gezdirip âleme rüsva eyleyen…)
Aşk’ın bir nevî devâ bulmaz cünûn (delilik) hali olduğunu görüyoruz.
Nasıl cünûn-hal olmasındı ki, hiçbir akıl terazisi tart(a)mıyor, sınır çizemiyor insanı teshir (büyü) eden aşka..
Aşk;
Abdurrahim Karakoç dizelerinde de lambada titreyen alev olur, Mihriban diye can bulur:
“Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmba da titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban
Tabiplerde ilâç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var, ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban”
Sınırları olsaydı aşk’ın;
70’lik Koca Sinan ile 17’lik Mihrimâh Sultana sevdalanıp bu derde düş olur muydu?
Koca Sinan;
Gün-ay doğarken, batarken selâmlasınlar istediği o ölümsüz eserlere imza atar mıydı?
Aşk değil miydi bülbülü gül dalında günler geceler boyunca uykusuz bırakan?
Ferhat’a dağlar deldiren,
Kays’ı mecnun eyleyip çöllere süren…
Bir tek mahbubuna duyduğu muhabbet karşısında boyun eğer, bel büker, diz çökerdi.
Mecazi aşklar insan gönlünde bu kadar derin izler bırakıyorsa, İlâhî aşklar nelere kaadir ki? O aşk ile Mecnun Leyla’dan Mevlâya dönmüş, Yunus Emre “bana seni gerek seni” diye inlemiş, İbrahim Ethem tacı tahtı bırakıp derviş olmuştur.