Yapılan son araştırmalar Türkiye’de belli bir kesimin inançlarını hayatlarına yansıtma noktasında sıkıntılar yaşadığını ortaya koyuyor.
Kısaca ‘dindarlık azaldı’ şeklinde medyaya yansıyan haberler, hadisenin ciddiye alınması gerektiğini gösteriyor.
Bununla beraber din eğitimi noktasında Türkiye’nin neler yaşadığını da hatırlamak lâzım. Bazıları inkâr etse de 1950 öncesinde din eğitimi fiilen yasaklanmış ve insanlar bu konuda büyük sıkıntılar çekmiştir.
İslâm hukuk tarihi üzerindeki çalışmaları ile tanınan ve 1982 yılında Marmara Ü., İlahiyat Fakültesi kurucu dekanı da olan Prof. Dr. Salih Tuğ’un bu husustaki tesbitleri dikkat çekici.
Prof. Dr. Tuğ, aldığı dinî eğitimle ilgili bir soruya şöyle cevap vermiş: “1930 doğumluyum. İstanbul Aksaray’da oturuyorduk. 1940 ve 1941 senelerinde yaz tatili aylarında soyadı Gökçe olan ‘Arap Hoca’ lâkaplı yaşlı bir hanım vardı. Mahallenin çocuklarına evinde gizlice Kur’ân okuturdu. Çünkü o zaman din eğitimi yasaklanmıştı. Gizli gizli onun yanında din ve Kur’ân eğitimi aldım.”
Salih Tuğ’un anlatımıyla okullardaki durum da şöyle: “İlkokul ve ortaokulu yine Aksaray’da, liseyi Pertevniyal’de okudum. Ortaokulda ince bir sakalı olan bir hocamızı hatırlıyorum, ama okulda dinî eğitim verilmedi bize. Bırakın din eğitimini Osmanlı tarihi de yoktu. (...) Okullarda din dersi yoktu, ama camilerde vaazlardan ayrı ders halkaları olurdu ve bu küçük ders halkasına babam da katılırdı. Dersi dinlerdim, ama Kur’ân öğrenmek de öğretmek de yasaktı. Öyle garip bir dönem. Fatih Camii’nde Hüsrev Aydınlar Hocanın derslerine beni ve Ziya Abimi de götürürdü babam, ama tabi biz küçük çocuğuz camide koşup oynuyoruz. 1935-36 yıllarından bahsediyorum. (...) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi içinde 1954 yılında İslâm Araştırmaları Enstitüsü açıldı. 1949 yılında meclisin aldığı kararla Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor bir de. Asistan olarak bu bölüme başladım. (Okulların açılması nasıl oldu?) İmam hatip ve ilahiyatların yeniden açılmaya başlanmasında ise 1945 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Anayasası’nın altına attığı imzanın etkisi var. Türkiye’mizde girişilen kültür devrimiyle bu hükümler bağdaşmıyordu.Çoğulcu, hürriyetçi, liberal, katılımcı ve laik sisteme geçildi. Bu sisteme göre kanunda yer alan din ve vicdan hürriyeti gereği dinini yaşamak, dinini öğrenmek ve dinini öğretmek hakkı da Türk insanına tanınmış oluyordu.” (...) Bir de 1950’lerde yasak olduğu halde insanlar gizli gizli Mısır Elezher’e gitmeye başladı. Kaçak olarak gidilirdi çünkü devlet din eğitimi için Mısır’a gidilmesini istemezdi. (Konuşan: Ayşe Olgun, Yeni Şafak, 7 Ekim 2018)
O dönemlerde tesettürü tercih eden kız öğrencilerin okuma imkânı bulamadığına da işaret eden Salih Tuğ hoca, “1954’te ben hukuk fakültesinden mezun olduğumda hiç örtülü yoktu. Mesela ben evlenmek istiyordum ama örtülü birini nasıl bulacağımı bilemiyordum. Allah nasip etti [tesettürlü olan] Altıner ailesi ile tanıştım. 1959 yılında evlendik. 1963’ten sonra örtünenlerin sayısı arttı diyebilirim. Bir dönem ancak okulun önünde başlarını açıp içeri girilmesine müsaade edildi, sonra içerde de örtündüler ama sayıları artınca başörtüsünü istemeyen hocalar oldu ve okulların önüne okul yönetimleri görevli koydu. O zaman oturma eylemleri de başladı” demiş.
“Başörtüsüyle ilgili en büyük çatışma ne zaman yaşandı?” sorusunun cevabı da şöyle olmuş: “28 Şubat dönemini söyleyebilirim. En büyük eziyet o dönemde yaşandı.” Evet, din eğitimi noktasında büyük sıkıntılar geride bırakılıp günümüze gelinde. Peki sıkıntılar bitti mi? Araştırmaların ortaya koyduğu tabloya bakılırsa bitmedi. “Müslüman Türkiye”nin din eğitimi meselesini masaya yatırması ve insanların kalplerine hitap eden, onların ikna edebilen bir dilin bulunması şarttır. El ele verelim ve bunu yapalım inşallah...